Sovyetik dönemde, sadece sinema değil birçok sanat alanına yönelik çok gerekli ve başarılı işler yapıldı. Sanatın her alanında, farklı bir farkındalık yaratıldı. Ancak bütün bunların da bir ömrü oldu. Dolayısıyla, onlara “ölümsüz” diyerek ajitasyon çekme, propaganda yapmanın gelecek açısından bir yararı yok.
HÜSEYİN A. ŞİMŞEK
Viyana – Dünyaca tanınmış Rus yönetmen Andrei Tarkovski’nin „Kurban“ adlı filmini Türkçe dublajla izleyeniniz olmuştur. Ben ilk kez, 19 Kasım 1992 Perşembe günü akşamı, TRT-1 kanalında izlemiştim bu filmi. Bir yıl önce, 1991’de, İstanbul AKM’de bir „Sovyet Filmleri Haftası“ organize edilmiş, fakat tek bir filmi bile izleme fırsatım olmamıştı. Aslında sadece ben değil, birçok insan katılmamış ya da katılamamıştı o etkinliğe. Organizasyon, bir daha tekrarlanmadı. Belki de bunda, ilk festivalde katılımın çok düşük olmasının önemlice bir payı vardı.

Gençliğimde, Sovyet edebiyatından hatırı sayılır sayıda eser okuduğumu söyleyebilirim. Devrime inanmış bir genç olmanın yanı sıra, özel bir nedenim de vardı: Yatılıdaki ortaokul yıllarında türkü tarzı şiirler, İstanbul’da devam ettiğim lisenin daha ilk öğretim döneminde de öykü yazmaya başlamıştım. İdeal uğraşımın yavaş yavaş netleştiği böyle bir dönemde, ağırlıkla Rus olmak üzere Sovyetler Birliği çatısı altında birleşmiş ülkelerin, Çin’in, Bulgaristan’ın, Arnavutluk’un romanlarına dadanmıştım. Ama, 19 yaşında girip 25’inde çıktığım cezaevi „maceram“dan önce, sosyalist bir ülke yapımı tek bir film izlemiş değildim. Herkes açısından bir iddiada bulunamam elbette, ama benim “tıfıl”ları arasında yer aldığım 70’ler kuşağı devrimcilerinin genel durumu böyleydi bence.
Tarkovski’nin „Kurban“ filminden sonra
Tarkovski’nin „Kurban“ filmi, benim hayatımda önemli bir kilometretaşı oldu bu yüzden. “Potemkin Zırhlısı” gibi pek popüler olanlardan başlamak üzere başka Sovyetik filmler de izlemeye koyuldum. Anlayacağınız, kendi ülkemize de getirmeye çalışırken uğruna hapisler yattığım sosyalizmin sinemasıyla, oldukça gecikmeli bir şekilde (20’li yıllarımın sonunda) tanışmıştım. Aslında ben daha genç sayılırdım, fakat sosyalizmin sinemasına geç kaldığım apaçıktı. Çünkü 1990’larla birlikte, “Sovyet Sineması”nın ürünü filmler, artık geçmişe ait sayılıyordu. Güncel olan, “Yeni Rus Sineması” idi artık. Sinema sanatıyla bir izleyici olarak 1974-75’lerde, daha ortaokul yıllarının başında tanıştığımı hesaba kattığımda, kuşağımın savunduğu fikirlerin genel atmosferinden bir hayli kopuk sayısız “nefer”inden biri gibi hissederim kendimi.
Şu da bir soru işareti elbette: Yıllar önce, gençliğimde “sovyetik sinema filmleri”ni izlemeye başlasaydım, sonuç açısından ne değişirdi? Doğrusu, çok da emin değilim. Zira, izleyeceklerimiz “ajit-prop” ürünler olacaktı büyük bir olasılıkla. “Sovyetik sinema”ya gecikmeli dalışımın, ilk dönem gidişatı da bunun kanıtı aslında. Öte yandan, ilgi duyulan ya da yönelinenin roman ya da film olması fark etmezdi o yıllardaki mentalitemde; eser eğer sosyalist bir ülkedense kafadan bir hayranlık, bir büyülenmeyle yaklaşacağım kesindi. Ana sorun, o yılların devrimci kuşağının bilgilenme ve öğrenmesinin de “biörnek” üzerine bina edilişiydi çünkü. Ben şahsen ancak 1990’larda, artık farklı açılardan bakabilecek, bakmak isteyecek bir duruma gelmiştim. Ki o “hızlı gençlik yılları”nda okuduğum birçok eseri, daha cezaevi yıllarından başlayarak bugüne kadar hep yeniden okuma ihtiyacı duyageldim. Belli bir kısmını yeniden okudum da gerçekten.

Tarkovski’nin “Kurban” filminin, Sovyet sinemasına farklı bir yakınlık ve merak içine girmemi sağlayışının arka planı böyleydi. Kendimi, karşısında hayran ve büyülenmiş bir şekilde hizaya soktuğum o „gelecek tasarımı“ hakkında, ilk sorularımı sorduğum dönemdir de o 1990’lı yıllar. Gençliğimde saflarında yer aldığım siyasi hat, Sovyetler Birliği’nin 1956-60 arasında sosyalizmden döndüğü; içerde tekelci devlet kapitalizmine, dışarıda ise sosyal-emperyalizme yöneldiğini savunuyordu. Farklı açıdan bakmaya başladığım, sorular sorduğum zaman dilimi, bu „sosyalizmden dönüldü“ denilen süreç değildi sadece. O, zaten bizim açımızdan açık ve netti! Ben, “dönüş”ün neden ve nasıl olduğunun o güne kadarki mevcut izahatını ikna edici bulamıyordum. “Dönenler”e sövüp saymak, onları aşağılayıp kötülemek, derindeki yarayı sağaltmıyordu. Dönülenin nasıl bir „sosyalizm“ olduğunu, kelimenin gerçek anlamında bilmek ve tanımak istiyordum.
“Kurban” filmi, beni başka Tarkovskilerle tanıştırdı. 1919’da kurulan “Rusya Devlet Sinematografi Enstitüsü-VGIK”e, 1931’de VGIK bünyesinde kurulan ve zamanla “Gosfilmofond” adıyla anılır olan “filmotek”e kadar gerilere giden okumalar yapmaya başladım. 1992’de günlük Gündem gazetesinin radyo-televizyon sayfasında konuyla ilgili biz dizi yazım yayınlandı. VGIK, dünyanın ilk sinema esntitüsüdür. “Gosfilmofond” ise, “dünyanın ilk filmoteği”dir. (Bu konudaki kaynağım, Fransa Sinemateği’nin kurucusu Anri Langlua’dır.)
102 yıl sonra, sanatın araçsallaştırılmadığı bir „sosyalizm“ tasarımımız var mı?
Hem nalına hem mıhına vurarak, hiçbir açıyı “ölü” bırakmadan, tek bir noktaya kafadan “kör” muamelesi yapmadan; gerçekten, ama gerçekten işin aslını astarını öğrenmek, bir kere tadına varıldıktan sonra vazgeçilemez tarz oluyor. Ben bu tarzın frekanslarına girdiğimi, bir girizgâh bellediğimi varsayıyorum kendimce. Sovyetik sinema sanatıyla ilgili bilgi sahibi oldukça, biteviye sorduğum sorulardan biri şuydu: Yaratıcılıkta, kelimenin gerçek anlamında özgür olabilme nasıl sağlanabilir? Lafta, kitabi metinlerde değil ama, bizzatihi üretim ve yaratım alanında. Benzer soruları çoğalttıkçe, anlamaya başlamıştım ki eğer işin aslıyla ilgiliysem, birçok “Kurban” filmi izlemeli, öteki Tarkovskilerle de tanışmalıydım. Birçok kaliteli film yapmış, ama aynı zamanda sürekli engellenmek istenmiş, sık sık da engellenebilmiş, yaratıcılığı darbelenip sakat bırakılmış; yaratıcılığının özgürlüğü için girdiği mücadelede ağır bedeller ödemiş “sosyalizm dönemi sinemacıları”nın gerçek hayat hikâyelerine de ulaşmalıydım.
Soru, soruyu getiriyordu. O güne kadar ölü saymışken baktığım her yeni açı, başka başka açılara yönlendiriyordu beni. Bir şeyi en eksiksiz, en net ve en doğru hangi açıdan görebileceğime, bütün açılardan baktıktan sonra karar vermeliydim. Sovyet sineması, nerelerden nerelere gelmişti? Böylesine temel bir sorunun cevabı aranırken, „başyapıt“ denilenlere bakmakla yenitenilemezdi. „Pornografik“ bulunan, „sapkınlık eseri“ sayılan, türlütevür „yozlaşmanın estetize edilişi“ şeklinde tanımlananlar „yok“ sayılınca, yok olmuyordu çünkü.
Sovyetik dönemde, sadece sinema değil birçok sanat alanına yönelik çok gerekli ve başarılı işler yapıldı. Sanatın her alanında, farklı bir farkındalık yaratıldı. Ancak bütün bunların da bir ömrü oldu. Dolayısıyla, onlara “ölümsüz” diyerek ajitasyon çekme, propaganda yapmanın gelecek açısından bir kıymeti harbiyesi yok ne yazık ki! Hem SB’nin kapsadığı geniş coğrafyada, hem dünyanın dört bir yanında, sadece geçmişte de değil bugün de „sosyalizm“ denilince, sağaltılması gereken çıbanlardan biri, sanatın bütün dallarından budanarak araçsallaştırılmasıdır. Benim kuşağım da şimdiki kuşaklar da bu ayakbağlarından kurtulabilmiş değildir hâlâ. Ben dahil, kuşağımın esasen 1980’lerin sonuna doğru sanatın farklı alanlarına dadanan ezici çoğunluğu, 70 küsur yıl sonra aynı yaklaşımla sıvamıştı kolları.
Sovyet sinemasında „araçsallaştırma“, zamanla ve karşıtıyla çarpışarak hayat bulmuştu. Dönüp bakmak zorundayız: Kimi, neyi değiştirmek istiyorsak, ona benzeşerek mücadele ettiğimizin ne kadar farkındayız? Her şeyin başka bir şey için paravan olarak kullanılmadığı, payanda yapılmadığı (bu arada sanat dallarının da araçsallaştırılmadığı) bir „sosyalizm“ tasarımımız, anlayışımız var mı 102 yıl sonra? Üretimlerimizin yanı sıra konuşalım, tartışalım. Sofraya getirdiğimiz öyle bir pilav ki nehirler, göller, denizler kadar su kaldırmak bir yana, gezegenimizin üç okyanusunu boca etsek yetmez. (Üstteki fotograf, Kurban filminden bir sahne.)
………………………………………………..
huseyin.simsek@gmx.at
www.toterwinkel.at
Yorumlar kapatıldı.