Yaşam Öyküsü…
Asıl adı Cemalettin SEBER’dir. Cemal Süreya 1931’de, Kürt bir ailenin çocuğu olarak Pülümür’de dünyaya gözlerini açar. Babası Hüseyin, annesi ise Gülbeyaz’dır. Çocukluğunun ilk yıllarını Pülümür’de geçirir.1938 Dersim soykırımında ailesi ile birlikte Bilecik’e sürgüne gönderilir. Bir gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilir. Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdir. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktır.
Sonra amcasının yanına İstanbul’a gidip okumak ister. İlkokula İstanbul’un Cihangir semtinde başlar. Babası da kız kardeşlerini alarak İstanbul’a çalışmaya gider. Evleri polis tarafından basılır. Dönemin işkenceleriyle ünlü İstanbul’un Sansaryan Han’da gözaltına alınıp ailecek yeniden “paket halinde” Bilecik’e geri gönderilirler. Üçüncü sınıfın ikinci yarısından itibaren Bilecik Birinci İlkokulu’nda okur.
1944’te, Bilecik Ortaokulu’na başladıktan üç ay sonra parasız yatılı olur. Lise’yi yatılı olarak istanbul’da bitirir. 1950’de girdiği Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1954’te mezun olur. Aynı yıl Eskişehir Vergi Dairesi’nde stajyer olarak göreve başlar. 1955’de, Maliye müfettiş muavini olarak İstanbul’a atanır. 1958’de 5. sınıf maliye müfettişi olur. 1961 Kasım’ında, “Maliye Denetim Usulleri ve İktisadi Devlet Teşekkülleri”ni incelemek üzere Fransa’ya gönderilir. 1965’te memurluktan istifa ederek çevirmenlik ve yayımcılık yapar. 1971’in sonlarında memurluğa yeniden dönerek İstanbul Hocapaşa Vergi Dairesi Kontrolörlüğü‘nde göreve başlar. 1972’de, Maliye Tetkik Kurulu üyesi olarak Ankara’ya gider.1975’de İstanbul Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü‘ne atanır. Aynı yılın Eylül ayında Darphane’deki görevinden ayrılarak yine Ankara’ya, Maliye Tetkik Kurulu’na döner. Kültür Bakanlığı‘nın dokuz kişilik Kültür Kurulu’na seçilir. 1978’de yeniden maliye müfettişliğine geri döner. Maliye Bülteni adlı dergiyi Maliye Dergisi‘ne dönüştürür. 1982’de emekliye ayrılır. Emeklilik döneminde Meydan Larousse ve ANSA Omnis ansiklopedilerinde çalışır, Ortadoğu İktisat Bankası‘nda yönetim kurulu üyeliği yapar. Birçok dergide yazıları ve şiirleri yayımlanır. Ayrıca Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergileri ile Saçak dergisinin kültür-sanat bölümünü bir süre yönetir. Politika, Aydınlık, Yeni Ulus ve Yazko Somut gazeteleri ile 2000’e Doğru dergisinde köşe yazıları yazar.
Cemal Süreya, dört resmi evlilik yapar. Seniha Nemli ile olan ilk evliliğinden kızı Ayçe olur. Zuhal Tekkanat ile evliliğinden oğlu Memo Emrah dünyaya gelir. Zuhal Tekkanat’la ayrıldıktan sonra Güngör Demiray ile evlenir. Güngür Demiray ile boşandıktan sonra tekrar belli bir süre Zuhal Tekkanat ile birlikte yaşar. En son evliliğini Birsen Sağnak ile yapar. 9 Ocak 1990’da İstanbul’da yaşama gözlerini yumar. Kulaksız Mezarlığı‘nda toprağa verilen Cemal Süreya’nın adı Kadıköy’de oturduğu sokağa verilir.
Bir Dersim Sürgünü
Burada bir parantez açıp Dersim soykırımı hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Çünkü benim ailemin büyük bölümü 1937-1938 yıllarında yok edildi. Dersim direnişinde savaşmış, eşini ve yakın
akrabalarını kaybetmiş dedemin kardeşi Kalman Yıldız’ın anlatımları ile büyüdüm. Çocukluğumda, dedemin kardeşi Dersim direnişini anlatırken, anlatılanların birer masaldan ibaret olduğunu sanırdım. Yaş biraz ilerleyince Dersim direnişi hakkında anlatılanların masal olmadığı, vahşet olduğu ve devletin Dersim’de Kürtlerin kökünü kazmak için her türlü yola başvurduğu gerçeğini anladım.
Dersim’de bir isyan yoktur. 1937-38 yıllarında merkezi otorite Ankara’dır. 1930’lu yıllarda Dersim, gerçek anlamda Türk devletine bağlı değildir. İç Dersim’in kimi bölgelerinde birer kaymakamlık ve karakollar vardır. Bu karakolların çoğu Birinci Dünya Savaşı’nda, Rus işgaline karşı ciddi direniş gösteren Dersimlilerle anlaşılarak yapılmıştır. Dersim yarı otonom bir bölgedir. Dersimlilerin kendi talepleri vardır. Ancak bu talepler için mücadele edecek bir örgüt yoktur. Dersim, kendi tarihinin en zayıf, en örgütsüz, en dağınık dönemini yaşamaktadır. Aşiret çelişkileri had safhaya ulaşmıştır. Dersim adeta ateş çemberi ile çevrilmişcesine, dışarıyla ticari ve ulaşım yolları kapalıdır.
Dersim soykırımı, 1925’ten itibaren uygulamaya sokulan “Türkleştirme” plânları ile bağıntılıdır. Yarı otonom bir yapıya sahip olan Dersimliler kontrol altına alınmalıdır! Bunun için devletin ileri gelenleri, Dersim hakkında raporlar hazırlayıp devlete sunar! Çözüm yolunun ne olduğunu bu raporlarda ortaya konulur! Hazırlıklar yapılır! Dersim kuşatmaya alınır. 4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulu, Dersim soykırımını başlatan karar alır. 21 Mart 1937’de, devlet zaten katliama başlamıştır. Sonuç onbinlerce ölü ve binlerce sürgün. Dersim soykırımına kısa bir parantez açmamın nedeni Cemal Süreyya’nın kökleri ile ilgilidir. Çünkü Cemal Süreyya, ne yazık ki kalemini gerçek anlamda köklerine çevirmez. 1980’li yılların ortalarından itibaren sürgünden bahsetmeye başlar ve daha sonra sürgün yerine göçmen, göçebe kavramını kullanır.
Cemal Süreya, bir bölümü Milliyet Sanat, bir bölümü Hürriyet Gösteri’de yayımlanan Günler’de, sürgün üzerine konuşur.15 Haziran 1985 tarihini taşıyan notlarda ailesinin sürgün gönderildiği yerin Bilecik olduğunu anlatır. Amcasıyla babasının sürgün kararından hemen sonra bütün mal varlıklarını birkaç gün içinde paraya çevirmek zorunda kaldığını yazar. (“Günler”, Cemal Süreya, s. 94, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2002, İstanbul)
Cemal Süreya, Ocak 1 986’da Yeni Düşün dergisinde yayımlanan söyleşide Enver Ercan’a şunları anlatır: “Tarih sıralaması bende biraz başka türlü oynar. Sözgelimi Atatürk 1938’de öldü. Ama ondan üç ay önce (ya da kaç aysa işte) küçük kalbimdeki kuş ölmüştü. Sürgün oluşumuz, annemin ölüşü de o yıl içinde. Biz sürgün edildikten birkaç ay sonra da Erzincan depremi oldu. Yani, sözgelimi 1938 yılı benim için çelişik bir sürü izlenim taşır.” (“Güvercin Curnatası“, Cemal Süreya, s.121, Hazırlayan: Nursel Duruel, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2002, İstanbul)
Haziran 1987 tarihli Günler’de sürgüne değinir. Dersimlilerin sürgün edildikleri yerlerin dışına çıkmaları yasaktır. Cemal Süreya o günleri şöyle anlatır: “Beyoğlu 37. İlkokul’a yazılmıştım. Kimseden ses çıkmamıştı. Demek küçüklerin kent dışına çıkmalarında bir sakınca yoktu. Bizim peder, ben ikinci sınıftayken büyükannemi ve iki kız kardeşimi de İstanbul’a attı. Ama, üçüncü yıl kendisi de temelli İstanbul’a gelmesin mi? Arnavutköy’de bir iş bularak çalışmaya başladı. Kim bilir neler düşünüyordu o günlerde? Dünyanın sanki öbür ucuna gitmiştik, kimse bulamaz bizi. (…) Bir akşam eve polis geldi. Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne (Sansaryan Han) götürdüler. Bir gece orada kaldık. O sıra, küçük kız kardeşim daha beş yaşında. Büyükannem ise en az altmış beş. Kafese konmuş, saçı sakalı uzun dev bir adam anımsıyorum. Tahta sıranın üstünde uyumuştuk. Kadınlar kavga çıkarmışlardı. Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz olan Bilecik’e posta edildik. Ben kaç yaşındaydım. On birin içinde.” (“Günler”, Cemal Süreya, s.300, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2002, İstanbul)
Cemal Süreya Aralık 1987’de, bir kez daha sürgün olduğundan bahseder ve şöyle der: “Daha önce de söylemiştim, ortaokulu bir serçe kentte okudum. Bilecik’te. Ailemiz sürgündü orda. Parasız yatılıydım. Yani hem sürgün, hem parasız, hem de yatılı. Bilecik’te şimdi de öyle midir bilmiyorum, birinin bahçesine girip dut yemek suç sayılmazdı.” (“Güvercin Curnatası“,Cemal Süreya, s.158, Hazırlayan: Nursel Duruel, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2002, İstanbul)
Cemal Süreya, alıntıladığım yerlerde kısmen yarasını kamuoyuna açar. Yarasını açma konusunda çekingeendir. Kalemini köklerine çevirmez. Kendi acısına annesinin ölümünün yanı sıra, Atatürk’ün ölümünü ve Erzincan depremini de sığdırır. Yazar yaralıdır ancak yarasını doğru dürüst anlatmaktan çekinir. Yarasını tekrar saklamaya, üstünü örtmeye ihtiyaç duyar.
“Sürgün” olmaktan ve kendilerine “sürgün” denilmesinden çekinir. Bu nedenle de, sürgün olduğunu sürekli saklamak ister. „Sürgün ne demek?“ diye sorar nenesine. Aldığı yanıtları kimi bilgilerine ulayarak, sürgün ile göçmeni bir ölçüde eşitler, „Keşke göçmen denseydi bize!“ diye düşünür. Daha sonra kendisini bir süre göçmen olarak düşünür! (“Günler”, Cemal Süreya, s.301, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2002, İstanbul)
Sürgün gittikleri Bilecik’te, kendisi gibi oraya gelen sürgünlerden çok bölge halkıyla uyum içinde olmaya çalışır, sürgün dayanışmasını reddeder. Kendini göçmen olarak nitelendirir. Sürgün kelimesini göçmene dönüştürerek sadece bir kelime oyunu oynar. Kendi hayatını, kendi kimliğini, kendi köklerini bir başkasınınkine ilhak ettirir. Böylece mutlu çoğunluğa karışmanın kolay bir arayolunu kendini göçmen olarak tanımlamada bulur. Kendisini göçmen olarak nitelendirirken sürgün kelimesinin içinde gömülü olan kendi gerçeğini bırakır, kalemini kendi köklerine çevirmez. Kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan göçmen kelimesiyle başkasının hikâyesini kendisininkinin yerine geçirir. Küçük bir kelime hilesiyle öteki olmayanların arasına sızar ve orada görünmez olmaya çalışır.
Cemal Süreya, bir süre sonra “göçmen“ kelimesi yerine “göçebe“ kelimesini kullanmaya başlar. Çocuklukta tercih ettiği “göçmen” tabiri hem yaşı hem gerçeği karşısında yenik düşer, bu kez yerini romantik bir reveransa bırakır. İkinci şiir kitabının adı Göçebe’dir ve aynı adı taşıyan şiir aslında bir göçebe şiiri olmaktan çok bir sürgün şiirine benzer.
Cemal Süreya, 1972‘de geçirdiği hastalık sonucunda hastanede yatan eşi Zuhal Tekkanat’a moral vermek için 13 gün boyunca ya evinde ya da bir kahvede oturup sigara içerken mektuplar yazar. Bu mektuplar yazarın ölümünden sonra Nisan 1990’da, “Onüç Günün Mektupları“ adı altında kitap olarak Yapı Kredi Yayınları tarafından basılır. Hasta eşine yazdığı bu mektupların birinde sürgünü anımsarken söyledikleri ve kullandığı dil onun acısını daha iyi anlamamızı sağlıyor. “Onüç Günün Mektupları“nda Cemal Süreya, 1972 Temmuz’unda ‘sürgün’ü anlatmaya çalışır: Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlılığım biraz da o, çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü. Memo’ya (Memo, eşi Zuhal’den olan oğlu) ve sana duyduğum sevgide bu ölümleri de, bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. (“Onüç Günün Mektupları“,Cemal Süreya, s.85, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Ocak 2003, İstanbul)
Küçük yaşta yaşadığı sürgünler, yıkımlar, ölümler belki de hiç dinmeyen ağıtıdır. Sevgiye açtır, çünkü annesini küçükken kaybetmiştir. Sevgiye açtır, çünkü hiç bilmediği bir coğrafyaya sürgün gitmiştir ve babasını da erken yaşta kaybetmiştir.
Yazarın daha önce sürgün üzerine söyledikleri ile eşine yazdığı mektuptaki ruh hâli arasında fark var. Yazarın sağlığında sürgün üzerine yazdıklarında tümüyle bir belirsizlik var. Sürgünü bir tür romantik bir şeymiş gibi anlatır. Sürgün faillerinin kim olduğuna ve bunu nasıl yaptıklarına dair herhangi bir şeyi aktarmaktan özellikle kaçınır. Önceki anlatımlarında olduğu gibi bu son anlatımda da gizli bir yakınma sezilir. Ancak ölümünden sonra açıklanan bu mektuplarda daha keskin sınırlara varır. ‘Sürgün’ün devlet eliyle ve zorla gerçekleştiğini anlatır; ‘sürgün‘ romantik bir şey olmaktan çıkar ve tümüyle bir acıya dönüşür. “Tarih öncesi köpekler havlıyordu” sözleriyle yaşananın ne kadar çağdışı, ne kadar vahşi bir uygulama olduğunu ima eder. Ancak yazar açısından dışa vuran öfke kontrollü bir öfkedir.
Cemal Süreya; bazen “göç” ve “göçebe” kelimeleriyle yer değiştirse de gerçekten sürgün kelimesini sevmiş ama hiçbir zaman sürgün kelimesinden tam olarak ne anladığını açıklamamıştır. Cemal Süreya’nın yaşadığı sürgün hikâyesi; binlerce Kürt aile gibi kendilerini sürgüne gönderen iktidarın soluğunu hep ensesinde hissederek bütün bir sürgünlüğü, daha çok bir tür “köle sürgünlüğü” yaşamak zorunda kalır.
İkinci Yeni Ve Cemal Süreya
İkinci Yeni şiirin etkisi 1950 sonrası başlar. Bu şiir anlayışının oluşmasında, önceki şiir akımlarının etkisi büyüktür. 1940’lı yıllara damgasını vuran Birinci Yeni adıyla Garip akımı ortaya çıkar. Garip akımının kurucuları ve en önemli temsilcileri Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’dır. Garip akımı, ilk yıllarda edebiyata yeni bir soluk getirse de etkisi uzun sürmez. Cemal Süreya, Üvercinka şiir kitabı ile İkinci Yeni şiirinin öncülerinden olur. İkinci Yeni akımın önemli sanatçıları: Cemal Süreya, İlhan Berk, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Edip Cansever, Ülkü Tamer ve Sezai Karakoç’tur.
İkinci Yeni şiirinin dili kapalı ve imgeseldir. Anlaşılmaktan olabildiğince uzaklaşılır. Şekilsel anlamda tüm ezberler bozmaya çalışılır. Şiir dilinin zorlaştırılması, anlaşılır yerine kapalılık, somuta karşı soyutlama İkinci Yeni’nin özelliğidir. İkinci Yeni, halk şiirine sırt çevirir, dize anlayışı yerine sözcüklerle oynamaya yönelir ve eski şiirle zayıfda olsa bir bağlantı kurulur. İkinci Yeniciler için önce biçim gelir. İkinci Yeni şiirin genel özellikleri şöyle sıralanabilir: Soyutlama, anlamsızlık, imgeleme, us dışına çıkma, güç anlaşılma, çevreden ayrılma ve kaçış, serbest çağrışım, kapalılık, söz diziminde sapmalar vb.
Cemal Süreya’yı İkinci Yeni şiirinin önemli temsilcilerinden ayıran, kendine has yönleri de vardır. Cemal Süreya, şiir evrenini, temelinde ortak dilin yer aldığı geniş bir alan üzerine inşa eder. Şair, şahsi dili, tek kişinin anlam dünyasıyla sınırlı olarak görmemektedir. Şahsi dil onun şiirinde, ortak dile dayalı olarak gelişir. Zaman zaman İkinci Yeni’nin ilkelerini belirlemeye çalışan bazı şairleri, şiir dilini “kuşdili” gibi bazı insanların kendi aralarında anlaşmak için kullandıkları şifreli bir dil olarak görmelerinden dolayı eleştirir.
“İkinci Yeni“ akımının ortaya çıkış koşullarına bakılmasında fayda var. Bu akımın ortaya çıkışından önce İkinci Dünya Savaşı yaşandı. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde soğuk savaş dönemi başladı. “İkinci Yeni“ toplumsal sorunlara eğilmedi. Söz konusu dönemde, felsefede varoluşçuluğun, tiyatroda absürdlüğün yayıldığını, Amerikan romanlarının yoğun biçimde Türkçe’ye çevrildiği bir dönemdir. “İkinci Yeni” bu ortam içerisinde gelişti.
“İkinci Yeni”nin özelliklerini şöyle sıralamak gerekir: Gelenekten kopukluk, toplumsal sorunlara eğilmeme, biçimcilik, günlük konuşma dilinden uzaklaşma ve gramerde değiştirim, duyuları ve algıları karıştırma vb. “İkinci Yeni”ciler içeriğin biçimi tayin edeceğini savunarak dilin bilinen mantığının dışına çıktılar. Türetilmiş suni kelimeler yarattılar. Şaşırtıcı isim ve sıfat tamlamaları kullandılar.
Şiirde anlamı temel öğe olarak değerlendirmemesi “İkinci Yeni” şiirinin bir diğer önemli özelliğidir. Hepsi şiiri biçem ve simgeci bir anlatımla birleştirmiş; kimisi anlamı hiç önemsememiştir. Şehirli insanın iç dünyasını şiirinin başlıca konusu haline getiren “İkinci Yeni“ şairleri bu kadar soyut bir konuyu ele aldıkları için yeni bir kelime anlayışı getirdiklerini sandılar. Şiirlerinde hayal gücüne ve duyguya ağırlık veren “İkinci Yeni“ şairleri; bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar. Ama toplumsal sorunlara uzak durdular.
Sokak ve erotizm
Cemal Süreya, kelimeleri anlamsal derinliği yüksek imgelere dönüştürür. Bunu yaparken kullandığı kelimelerden biri de sokaktır. Yaşamın merkezinde yeralan sokak Cemal Süreya şiirine bir birinden farklı özellikleriyle kendine yer bulur. Cemal Süreya hayatın içinden aldığı bu kavramı şiirin imkânlarıyla canlandırır ve insanın sokakla kesişen her hâlini yansıtır. Şiirlerinde sokak kelimesi, günlük yaşamdaki ve iç dünyasındaki gelgitleri, yaşanmışlıkları anlatabilmek için sıkça yararlandığı bir imgedir. Sokak birbirinden çok farklı hayatların ve durumların yanyana yaşandığı mekânlardır. Ancak içindeki zıtlıkları ustaca uzlaştırabilmesi, sokağın şairi beslemesindeki en önemli etkendir. Cemal Süreya şiiri sokaktan, sokak unsurlarından zengin çağrışımlar çıkarır. Sokakların isimleri içlerinde yaşanan hayatı yansıtır, bu yüzden sokaklara verilen isimler şiirin hangi duygularla yazıldığını ele verilir. Adres olarak sokaklar, şiirde sakinlerini sahiplenir. Sokağın şiirde bu kadar geniş yer tutmasının sebeplerinden biri de ev dışındaki bütün yaşantının sokaklarda gerçekleşmesidir, evden çıktığı andan itibaren kişi sokağın bir parçasıdır artık, yalnızlık bile sokakta sosyal bir kimliğe bürünür. Bu yüzden Cemal Süreya sokak kelimesini ev kelimesinden daha fazla kullanmıştır. Şehirler sokaklarıyla anlatılır, insan hâlleri sokakta yansıtılır, kişi anılarına ve geçmişine yaşadığı sokaklarda rastlar kısacası hayat sokaklarda başlar ve son bulur. Bu durumu iyi çözümleyen şair de sokağı her yönüyle imgelemeye değer bulur ve şiirinin temel unsurlarından biri olarak usta bir kullanım alanı yaratır.
Cemal Süreya, şiirlerinde cinselliğe ve erotizme oldukça yer verir. Şiirlerinde, cinsel aşkı yalnızlık ve umutsuzluktan kurtulmanın bir yolu olarak görür.
İkinci Yeni şiirinin en yetkin örneklerinden biri olarak kabul edilen Üvercinka‘da, Garip akımına karşı dursa da ondan gelen dil ve kültür değerlerini farklı bir duyarlık alanı yaratarak kullandığı söylenebilir. “Üvercinka” adı, “güvercin kanadı” tamlamasının başından bir harf, sonundan da iki hecenin atılmasıyla ortaya çıkmıştır. Göçebe’de erotizm ve aşk temalarıyla birlikte toplum, tarih ve kültür öğelerini biçim, ses ve imgeye ağırlıkvererek işler. Cemal Süreya’nın şiirlerinde aşk isyanla bütünleşir; ona göre şiir, “kurulu düzene karşı“dır,“anayasa”ya aykırıdır ve tabiatın ahlakı kovduğu yerde ortaya çıkar. Ancak şiirin ideolojiye indirgenmesine de karşıdır. Şiiri, şairin fikir eğiliminin değil, kişiliğinin belirleyeceğine inanır. Şiirin “insan töresi, insanın kendisi” olmasını ister. Şiirleri Doğu ile Batı’nın bir uzlaşısı değil, çelişkisidir. Şiiri, “dramım, açmazım, kurtuluşum, batağım, sevgilim, gözaltım ve kendi kendimi hiçlemeyi bilişim” ya da “Güneşten yırtılan caz, kavaldan akan gökyüzü” gibi ifadelerle tanımlar.
Yazın faaliyeti…
Cemal Süreya’nın ilk şiiri (“Şarkısı Beyaz”) Mülkiye Fikir ve Sanat Dergisi’nde 8 Ocak 1953’te çıkar. XX. Asır, Yeditepe, Evrim, Kaynak, Şiir Sanatı, Yenilik, Şimdilik ve Pazar Postası dergilerinde şiirleri yayınlanır. Pazar Postası’nda Osman Mazlum adıyla şiir eleştirileri yazar. Bu yazılarını Vatan’da (1957-59), Türk Dili (1963), Su, Yeni İnsan, Dönem, Yapraklar ve Yeni Dergi‘de sürdürür. Cemal Süreya Papirüs’ü üç kez çıkarır. 4 sayı, Ağustos 1960-Mayıs 1961; 47 sayı, 1966-70; 2 sayı, 1980 İlkbahar. 1957-58 yıllarında Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisine de birkaç yazı verir. Politika (1976), Yeni Ulus, Aydınlık (1980) ve Hürgün gazeteleriyle Köken, Soyut, Maliye Dergisi (1972), 2000’e Doğru, Saçak (kültür-sanat bölümünü de bir süre yönetir), Maliye Yazıları, Yusufçuk, Milliyet Sanat, Gösteri, Şiir Atı, Gergedan, Argos, Çocukça, Gökyüzü, Yazko Edebiyat, Yazko Somut, Bravo, Cönk, Gözde Kadın, Yeni Yapraklar, Beyaz Perde, Sivas Su gibi birçok dergide kültür ve sanat konularında yazıları yayımlanır.
Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabı Üvercinka 1958‘de, ilk düz yazı kitabı Şapkam Dolu Çiçekle 1976’da yayımlanır. Bu kitapta kaleme alınan yazıların çoğunluğu şiir ve şairler üzerinedir. Yazarın 1975- 1976 yıllarında Politika gazetesinde yazdığı yazılar ikinci deneme kitabı olan Günübirlik‘te (1982) yer alır. Günübirlik kitabı, Şapkam Dolu Çiçekle adlı kitaba oranla konu yelpazesi çok daha geniştir. 1982‘de Günübirlik adlı eser Uzat Saçlarını Frigya adıyla yayımlanır. Bu ikinci kitap Günübirlik’in yeni basımıdır. 1991‘de 99 Yüz İzdüşümler/Söz Senaryosu adlı kitabı yayımlanır. Yazarın bu kitaptaki yazıları mizahi-ironik portre denemelerdir.
Cemal Süreya, ölümünden sonra vasiyeti üzerine eşine yazdığı mektuplar Onüç Günün Mektupları adıyla yayımlanır. Bu aşk mektuplarında, yazarın Zuhal Tekkanat’la ilişkileri, Ankara yaşamı, Ankara’daki edebi çevresi, siyasi gündem, oğlu Memo Emrah‘a olan özlemi yer alır.1991’de, 999 Gün/Üstü Kalsın adıyla yayımlanan kitap, daha sonra Günler (Bütün Yapıtları-Deneme) adıyla yayımlanır. Bu kitap günce, deneme, anı nitelikli yazılardan oluşmaktadır. Aydınlık gazetesinde, edebiyat ve edebiyat dışı konularda kaleme aldığı yazılarından derlenen Paçal 1992’de yayımlanır. 2000’de, Bütün Yapıtları Toplu Yazılar I yayımlanır.
Sonuç
Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinin öncü isimlerinden biri olarak değerlendirilir. Şiirinin temelini ortak dilin yer aldığı geniş bir alan üzerine inşa eder. Şahsi dili, tek kişinin anlam dünyasıyla sınırlı olarak görmez. Şahsi dil onun şiirinde, ortak dile dayalı olarak gelişir. Yer yer İkinci Yeni’nin ilkelerini belirlemeye çalışan bazı şairleri, şiir dilini “kuş dili” gibi bazı insanların kendi aralarında anlaşmak için kullandıkları şifreli bir dil olarak görmelerinden dolayı eleştirir. O, şiir dilini, yaşayan ve günlük hayatta kullanılan dil içinden hareketle oluşturmaya çalışır. Şiirlerinde ortak dili bütün yönleriyle kullanır.
Bu kısa yazıda Cemal Süreya’yı tanıtmaya çalıştım. Kuşkusuz Cemal Süreya’nın şiirini, düz yazıdaki anlatım biçimlerini geniş olarak ele almak, sayfalarca yazmayı gerektirir. Bu biyografi, kısa da olsa Cemal Süreya’yı tanıtmaya hizmet etti ise amacına ulaşmış demektir.
11 Kasım 2018
Kitapları
Şiir: Üvercinka (1958), Göçebe (1965), Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973), Sevda Sözleri (Uçurumda Açan ile birlikte Toplu Şiirleri: 1984), Sıcak Nal ve Güz Bitiği (1988), Sevda Sözleri (Bütün Şiirleri: 1990, 1995).
Düzyazı: Şapkam Dolu Çiçekle (1976; genişletilmiş basım: 2000), Günübirlik (1982; Uzat Saçlarını Frigya adıyla: 1992; genişletilmiş basım: 2005), Onüç Günün Mektupları (1990, 1998), 99 Yüz (1991; 2004), 999. Gün/Üstü Kalsın (1991; genişletilmiş basım: 1996), Folklor Şiire Düşman (1992), Aydınlık Yazıları/Paçal (1992), Oluşum‘da Cemal Süreya (1992), Papirüs‘ten Başyazılar (1992), Güvercin Curnatası (Konuşmalar ve Soruşturma Yanıtları: Hazırlayan Nursel Duruel, 1997; genişletilmiş basım: 2002).
Cemal Süreya iki antoloji (Mülkiyeli Şairler ve 100 Aşk Şiiri) hazırladı; Simone de Beauvoir‘dan Sade‘ı Yakmalı mı? (1966; YKY 1997), Gustave Flaubert‘den Gönül ki Yetişmekte (Duygusal Eğitim) ve Antoine de Saint-Exupery‘den Küçük Prens (Tomris Uyar’la birlikte) başta olmak üzere, pek çok çeviri yaptı. Çeviri şiirleri (Yürek ki Paramparça, haz. Eray Canberk, YKY 1995) ve Çocukça dergisi için yazdığı yazılar (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi, hazırlayan Necati Güngör, 1993; YKY 1996) derlendi.
ÜVERCİNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli‘den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı‘nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
Şiir Anayasaya Aykırıdır
Tabiat ahlakı kovuyor. Nerde bir ahlak türemişse, orda tabiatla ahlak çatışma halinde. Sanatı doğuran mutlaka bu çatışmadır demiyoruz. Ama sanatı besleyen bu çatışmadır diyoruz. Tabiat sanatla kurulu düzene baş kaldırıyor. İtiyor onu. Hafife alıyor. Bozuyor. Ağuluyor. Sanatlar içinde bu özelliği en çak taşıyan da şiir sanatıdır. O kadar ki bu konuda birçok sanatların genel meselelerini şiir üstünde tartışmak yersiz olmaz. Çünkü Novalis’in bir sözünü uygulayarak diyelim; her sanat şiire dayanır, hatta şiir bile…
“Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir.” Bu yaylım ateş şiirin konusunda olduğu kadar diyalektiğindedir. Hatta daha çok diyalektiğindedir. Ama ahlaka karşı koyuş şiirin amacı değil. Belki fonksiyonu. Bu iki kavramı birbirine karıştırmamak gerekir. Şiirin çıkış noktasında yapıcılık da yakıcılık da yoktur. Bir noktadan sonra ise sadece yıkıcılık niteliği kendini gösteriyor.
Kurulu düzene aykırılık estetik içinde daha çok güzel çirkin, iyi-kötü kavgası şeklinde kendini sunmuştur. Güzeli yakaladıkları yerde kendilerini gerçeğin yükseltilerinde sanan düşünürler artık pek yok. Onlar neredeyse güzeli gerçeğe, gerçeği güzele indirgiyorlardı. Hatta kimileri eşyanın özüne ilk basmağın güzel olduğunu ileri sürecek kadar aşırıydılar. Ama böyleleri pek yok şimdilerde. Baudelaire’i düşünelim, Baudelaire 1867 yılında öldüğü zaman estetikte yeni bir çağ başlamıştır. Baudelaire eskiyi kapamış, yeniyi açmıştır. Daha doğrusu şiir Baudelaire’in serüveninde kendi ipuçlarını bulmuştur. Bazı ip uçları. Onun ölümünden bir yıl sonra Lautréamont’un Chansons de Maldoror’u yayınlandı.
O günden bugüne şairler bin yıllık güzelin yerine çirkini oturttular. Mısralarda iyi kötüye yenildi. Tanrının tası tarağı toplayıp göklere çekilmesi, insandaki şeytanın zaferden zafere koşması bu tarihten sonra ortaya çıkan gerçeklerdendir. İnsandaki öz, şiirle, evren içinde kendini deniyor. Kendi kurduğu tanrıların kendine aykırı sonuçlarını yeriyor. Çünkü Tanrı bir sonradan biçimdir. İnsansa önceden bir öz.
Bugün şiirin bir ucu toplumsal planda insan haklarını kolluyor. Bu şiirin çekirdeğinde ahlaki bir kaygı bulunduğundan değil, belki kurulu düzene aykırılık niteliği ağır bastığından oluyor. Çünkü insan haklarındaki ilkeler daha yürürlükte değil. Çünkü o ilkeler kurulu düzenle daha çatışma halinde. Ama onların birgün toplumlarda geniş olarak uygulandığını, kurulu düzen içinde kaynaşarak ayrılmaz birer parça olduğunu düşünelim, o zaman şiir kollamayacak artık onları. Karşı çıkacak belki onlara.
İşte bu noktada gerçekçiler gerçekçisi Jhering’in hukuki mesajı ile akılcılar akılcısı Kant’ın felsefi mesajı birleşiyor galiba. Jhering hukukun oluşmasını toplumda hâkim bir grubun isteklerine uygun olarak tespit eder. Kant ise en geniş anlamda ahlakı tabiatın mutlaka kovacağını söyler. Biri toplumsal hayat bakımından, öbürü felsefi davranış açısından yapılmış bu iki tespit iki gerçeği aydınlığa çıkarıyor. Biri şu: Hiçbir zaman bir toplumdaki ahlak ve hukuk düzeninin, kişioğlunun tabiatına tam uygun olduğu görülemez. Öteki de şu: Kişioğlunun tabiatına iyice bitişik bir yönü olan şiir o ahlakla, o hukukla sürekli çatışma durumundadır. Geniş anlamda ahlak hukuku da içine aldığından sadece ahlak diyelim, ahlak tabiata nice aykırı olursa lafını ettiğimiz çatışma onca sert olacaktır.
Baudelaire bir şeye zıttı. Rimbaud ise hiçbir şeyle bağlantılı değildir. Sürrealistler çıkışlarını Rimbaud’yu kök alan bir “révolution” kavramına şartlamışlardı. Dünyanın değiştirilmesi planında Karl Marx’ı, hayatın değiştirilmesi planında Arthur Rimbaud’yu izliyorlardı.
Bugün şiir çağdaş şairlerde yeni alanlar, yeni açılar yaratırken, belirli bir yönde gelişiyor: Baş kaldırma yönünde… günümüz insanının, uygarlığın bugünkü sıkışık biçimlerinde, çıkmaz sokaklarında, labirentlerinde ilerlerken gösterdiği davranışlara uygun düşüyor bu. Bu biçimler, bu sokaklar, bu labirentler uygarlığın kendisiyse, şiir barbarlığın ta kendisi oluyor. Onun için ahlakı kovuyor.
Şiir bütün çağlarda onun için var.
Papirüs, Mayıs 1961
(“Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar 1“, Cemal Süreya, s. 275-277, YKY, 7. Baskı, Ocak 2017, İstanbul)
Sizin Hiç Babanız Öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı.
1953
Beni Öp Sonra Doğur Beni
Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.
Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.
Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.
Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.
Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.
Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.
Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
– uykusuzluğun sütlü inciri –
kovanlara sızmıyor.
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.
(Papirüs, Sayı 1, Haziran 1966)
Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Sayı 87
Yorumlar kapatıldı.