İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çalışma İdeolojisi Ne Söylüyor- Mehmet Akkaya

Çalışma, giderek yaşam alanımızı işgal eden bir canavara dönüşüyor. Çeşitli hakim sınıf ideolojileri de bu gidişatı, rasyonelleştirmek ve meşrulaştırmak için zihinleri, her geçen gün biraz daha derinlemesine kuşatıyor. İnsanoğlu çalıştıkça, özgürleşeceğini sanırken giderek çalışma başta olmak üzere, bu çabanın sonucunda ortaya çıkan bilimsel, teknik ve bütün ideolojik unsurların kölesi haline geliyor. Olup bitenin bilgisine ve bilincine varmanın koşulları da, bu ideolojik manipülasyon nedeniyle zorlaşıp neredeyse imkansız hale geliyor. Çalışmanın ve adına bilgi denilen yapının kendisi bile bir yabancılaştırma işlevi görebiliyor. Bilgi ve onun ön koşulu olan bilinç düzeneğinin nelere kadir olduğunu fark etmek son derece önem kazanmaktadır.

Bilgiden ise bütünün bilgisini anlamak dahası, bilinci anlamak gerektiği, günümüzde giderek öncelikli hale gelmektedir. Aristoteles’ten beri bilgi, genelin ya da burada anıldığı biçimiyle bütünsel olanın bilgisi olarak betimlenir. Dolayısıyla yaygın düşünme biçimlerini ikiye indirgeyebiliriz. Birisi burada anıldığı gibi bilgiyi bütünde ortaya çıkaran, diğeri ise bilgiyi parçada arayan ve ortaya koyan düşünme biçimidir. Bu metinde üzerinde duracağım Arif Arslan’ın Çalışma İdeolojisi (SAV Yayınları 2018) adlı kitabının, konusuna yönelirken bütünde karar kıldığını baştan anımsatmak isterim.

Çalışma ve ideoloji gibi iki terimin bir araya getirilmesi ilginç olmalıdır. Çalışma terimi -Marksist teoride- ekonomik ve sosyal yapıya karşılık gelirken ideoloji, bu yapıya uygun üstyapı kurumuma tekabül ediyor. Kitabın iki terimden oluşan adı, tek tek düşünüldüğünde çalışmanın ve ideolojinin diyalektiğine gönderme yapar. Bu açıdan bakıldığında Çalışma İdeolojisi’nin, kitap içeriğine uygun bir adlandırma olduğu, eserin içindekiler kısmına bakarak bile anlaşılacak bir durumdur. Kitabın ana tezini ve başlıca tezlerini anlayabilmek için çalışmanın mı ideolojiyi, ideolojinin mi çalışmayı belirlediği sorularının nasıl yanıtlandıklarına odaklaşmak gerekiyor. Kitabı okuyanların da kabul edebileceği gibi yazar, bu iki alan arasındaki gerilimin yanıtını “birlikte” ve “bütünsellikte” buluyor. Bu bütünselliğe rağmen, son çözümlemede çalışma’nın ideolojiyi öncelediği anlaşılıyor ki, yazarın bakışında ekonomik temele önem verme kısmen de olsa baskın hale gelmektedir.

Hesiodos’tan Marx’a Çalışma İdeolojisi

Kitabın Çalışma İdeolojisi olan ismine bir de ek yapılarak “Hesiodos’tan Marx’a” ibaresi eklenmiş ki, bu ekin de işlevsel olduğu anlaşılıyor. Çünkü Arslan açısından eskiden beri çalışmanın anlamı, dolayısıyla araç ve bilhassa amaçları her çağda aynı olmamıştır. Kitapta sıklıkla işaret edildiği gibi eskiden yaşamak için çalışan insan ve toplumlar, kapitalizmde çalışmak için yaşamaktadır. Çalışmanın kendisi, giderek ideolojik bir gerçeklik haline gelmiş ve tüm insanlığı kuşatmıştır. Buradan bakıldığında, çalışma deyince asıl olarak bu faaliyetin kapitalizm koşullarında nasıl gerçekleştiğinin anlaşılması gerekiyor. Belirtmeye bile gerek yok ki, eldeki kitap Marksist bir bakış açısıyla çalışma faaliyetini deşip teşhir ederken, teorinin yeterince ışık tutmadığı alanlara yöneliyor ve pek çok geri planda kalmış detayı gözler önüne sergiliyor.

Emek terimi önemlidir. Bu yüzden de terimin Marx’tan önceki ve sonraki anlam ve açıklamaları üzerinde duruyor Arslan’ın kitabı. Yazar, emek ile emek gücü ayrımının yapılması zorunlu göründüğünden yazar öncelikle bunu yapıyor. Marksizme dayanılarak yapılan açıklamaya göre emek, potansiyel olarak insanda bulunan değer olarak tanımlanırken emek gücü ise üretim sürecine sunulan ve kapitaliste kiralanan yeteneğe verilen ad olmaktadır. Çalışma İdeolojisi’nin söylediklerine göre “bir meta olarak emek gücü öteki bütün metalardan farklıdır; çünkü öteki metaları da üretmektedir” (S. 35).

Çalışma İdeolojisi, ele aldığı konuları araştırırken de sunarken de üretim alanının belirleyici olduğu noktasından hareket ediyor. Üretim alanının karşısına ise dolaşım alanı konuluyor. Yine Marksist teoriye uygun olarak yazar, artı değerin üretim alanında meydana geldiğini, dolaşım alnında ise bunun kar ve benzeri formlarda somutluk kazandığını ileri sürüyor ki, kitap bu açıdan bir eleştiri kitabı özelliği de taşımaktadır. Çünkü birçok noktada, dolaşım alanından hareketle yapılan analiz, açıklama, saptama ve ileri sürülen tezlerin eleştirildiği ve reddedildiği görülüyor. Bu reddedilen görüş ve bakış biçimlerinden, yalnızca klasik liberalizm değil, Marksizmin kimi yorumları da nasibini almaktadır.

Her çağın Çalışma İdeolojisi Farklıdır

Kitap, insanın hayvan dünyasından kopmasını ve yeni bir varlık düzlemi yaratmasını üretimle olan bağıyla açıklıyor. Milat da burasıdır. Pro-kapitalist dönemlerde yapılan üretim, toplumun ihtiyacına göre gerçekleşmektedir. Kapitalizmin egemen bir üretim biçimi haline gelmesiyle beraber, üretim ya da çalışma ile ihtiyaç arasındaki bağ da kesilmiştir. İhtiyaç için üretimin yerini pazar için üretim almıştır. Arslan açısından, üretimdeki bu değişiklik zorunlu olarak üstyapıda da kendine uygun sonuçlar doğurmaktadır. Buna göre kapitalizm öncesi çağların ideolojisiyle, kapitalizm çağının ideolojisi aynı olamaz. Yazar aktüel türden pek çok örneklendirme de yapıyor. Eski çağlarda çalışmayı yönlendiren ve dolayısıyla ideolojik bir manipülasyon işlevi gören klasik dinlerin yerini modern dinler almıştır. Hukuk ideolojisi yanında eğitim ideolojisinin de bizatihi anılması, yalnız anılması da değil eğitim ideolojisine özellikle vurgu yapılması oldukça manidardır. Yazar ideoloji konusuna verdiği anlamlandırmaları güçlü kılmak için Gramsci ve Althusher’in bu alandaki saptama ve tezleriyle de ittifak etmeyi gözden kaçırmıyor. Şöyle söylenmektedir:

Althusser, kapitalizm öncesi dönemde din kurumunun, egemen bir ideolojik aygıt olduğunu; dini işlevin yanında öğretim, kültür ve haberleşme gibi işlevleri de kendinde topladığını belirtir. Olgun kapitalist formasyonlarda ise öğretimsel ideolojik aygıtın, egemen konuma getirilerek eski egemen ideolojik aygıtlara karşı şiddetli bir siyasi ve ideolojik sınıf mücadelesi yürütmenin aracı olarak kullanıldığını belirtir” (132-133).

Gerek hukuk ideolojisi gerekse eğitim ideolojisi, insanların ya da toplumun büyük çoğunluğunun sandığı gibi kültürel alanda ortaya çıkmıyor. Zaten yazarın özgünlüğünü de sanırım bu noktada aramalıyız. Zira Arslan’ın optiğinde, ideolojinin kaynağı da sermayenin üretim sürecinde temellenmektedir. Artı değer (yazar artık değer diyor) üretim sürecinde, emekçinin elinden alınmış oluyor. İşçi ile patron bu süreçte karşı karşıya geliyor ve sanki ekonomik, hukuki ve sosyal bir eşitlik varmış gibi pazarlık yapıyor ve sonuçta anlaşma oluyor. Üretimin sonucunda işçi kendi maaşının karşılığını üretmekle kalmıyor ve hatta daha önemlisi patrona/kapitalistte de büyükçe bir değer yaratıyor. Demek ki her nevi yeme içme ürünleri de dahil olmak üzere her türden sermayenin, savaş araçlarının ve kültürel ürünlerin yaratıcısı/üreticisi de emekçiler oluyor. Anlaşıldığı gibi yazar, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu teoriye, kendi açısından detaylar ve güncel örnekler de vererek meseleyi daha da anlaşılır kılıyor.

Her Ağacın Kurdu Kendindedir

Görünüş ve gerçeklik ya da temsil ile temsil edilen ilişkisi düşünce çalışmalarının merkezi meseleleri arasındadır. Neden, sonuç ve süreç konuları da entelektüel çalışmalarda, düşünsel, estetik ve bilimsel faaliyetlerde önemli sorunsallar olarak dikkatimizi çeker. Büyük fotoğrafta olduğu gibi ya da bir genelleme içinde ideolojinin, kapitalizme özgü üretim süreçlerinin bir sonucu olduğunu söylüyoruz. Bununla birlikte yazarın hatırlatmaları nedeniyle ideolojiyi, bazı durumlarda üretimi, yeni ve genişletilmiş bir evreye yükseltirken, yani üretimi tekrar yapılandırırken bir neden ve aktif unsur olarak görmek de zor olmayacaktır. Bu yüzden de ideoloji, günlük yaşamımızı her açıdan kuşatan bir unsur olarak sömürü düzeninin lehine rol oynamaktadır. Mahalle bakkalından markete ve süper marketlere; semt kliniğinden büyük hastanelere dek özel ve kamu kurumlar tüm masum görüntüsüne rağmen bu ideolojinin üretimine hizmet eder, onun payandası, taşıyıcısı durumundadır.

Çalışma İdeolojisi’nin tezlerinde, ideolojinin sınırları bir hayli geniş tutulmuştur; betimlenmesi de bazı açılardan zenginlikler sunuyor. Bir okulun mimari durumundan tutun, öğrenci-öğretmen ilişkisi üzerinden ortaya konan hiyerarşi ve elbette ki medyada olayların, gündelik haberlerin sunuluş biçimleri, programların sıralanışı, tartışma sahnelerinin veriliş biçimlerinin tümü de, fabrikadaki çalışma düzeni ile bağlantılı olarak ele alınmaktadır. İdeolojik alandaki her uygulama, çalışma alanındaki uygulamalara tekabül etmektedir. Emekçi, çalıştığı halde kazanan nasıl ki patron olduğu için ters bir gerçeklik durumu yaratılmışsa; medya, okul, aile, hastane ve hatta insan ilişkilerinde de bu ters durum söz konusudur. Yani kapitalizmde hiçbir değer, olay, ilişki, pratik olması gereken gibi değildir. Dolayısıyla Arslan’a itibar edilecekse çağımızda eleştirilmeyecek hiçbir değer, uygulama ve ilişki yoktur. Sendikaları hedef alan “Her Ağacın Kurdu Kendindedir” (S. 173) başlıklı değerlendirmelerin nice fincancı katırını ürküteceği de besbellidir.

Robinson Crusoe’nun Model Alınması

Robinson Crusoe adlı roman başta olmak üzere çalışma ve üretim meselesine dikkat çeken disiplinler, akım ve anlayışlar Arslan’ın kitabında kendisine yer buluyor. Eğitimci bir kimliği de temsil eden yazar, çalışmasında değişik yollara ve yöntemlere başvuruyor. Sanatın ve edebiyatın pek çok ürününden de yararlanmayı ihmal etmiyor. Halk ozanlarının dörtlükleri, kısım girişlerinde alıntılanırken, sunumun ilerleyen yerlerinde de pek çok atasözü, deyim ve özdeyişten yararlanılmaktadır. Eserin bir ölçüde renklendirildiği amaçlanmış olsa da; bu metotla konunun anlaşılır hale gelmesi ve eserin geniş okur kitlesine hitap etmesi amaçlanmıştır. Sanırım kitap, serbest okurlar yanında, iktisat bilimine meraklılar, meslekten kişiler, entelektüel ve akademisyenler yanında çeşitli düzeylerden öğrenci gençliğin de ilgisini çekecektir.

Yazar, sunumunu daha da operasyonel bir biçimde yapabilmek için alışılmadık bir de yönteme başvuruyor: Eserin metodolojisini de yansıttığını düşündüğümüz bir romandan yararlanmaktadır. Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe romanı (1719) pek ilginç bir seçimdir. Robinson-Cuma Modeli başlıklı kısımda şunlar söyleniyor: “Aslında bu roman genellikle kalkınma ve azgelişmişlik ilgisiyle de ele alınmaktaysa da burada ancak sınıf ilişkileri üzerinden ele alınacaktır. Franco Moretti, Robinson Crusoe romanının getirdiği en büyük yeniliğin ‘sıkı çalışma’yı hayatın merkezine koyduğunu söyler” (S. .55-56).

Romanı okuduğumuzda aklımıza gelmeyen pek çok boyut Arslan’ın anlatımları neticesinde etkili oluyor ve esere dair zihinde yeni ufuklar da açılıyor. Romanı okuyanların anımsayacağı gibi eserin en önemli özelliği üretim alanına gönderme yapmasıdır. Gerçi roman Kapital’de, tek kişiden yola çıktığı ve ütopik olduğu için Marx tarafından eleştirilmiştir. Elbette Marx gibi Arslan da romanın üretime vurgu yapmasına, Robinson’un yanına düşen esir Cuma’nın artı ürün çıkarmasına dikkat çekmektedir. Silah kullanarak av yapan Robinson’un, bu “modern” uygulamaları bilmeyen Cuma üzerinde nasıl bir korku etkisi bıraktığını ve bu yüzden de kendisine bağladığını anlamak zor olmuyor.

Çalışma İdeolojisi’nin söylediklerine göre nasıl ki Robinson ve yanında köle yapıp çalıştırdığı Cuma ilişkisinde giderek ilkel bir “sermaye” biriktiyse bunun benzerini kapitalizmin gerçek dünyasında da düşünebiliriz. Dolayısıyla romandaki çalışma düzeneği, günümüzde egemen sınıfların tekelinde olan din, silah, ordu, polis, her türden otoritenin neden bu denli etkili olduğunu da anlamaya yardım etmektedir. Romanda olup bitenle ilişki kurularak verilen kapitalizmin tarihi gelişimi, bir yandan da gerçek tarihi verilerle açıklanmasını sürdürüyor Arslan’ın eserinde.

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi

Kapitalizmin evrensel bir sistem olduğu gösterilirken Osmanlı-Türkiye tarihine de çalışma ilişkileri açısından mercek tutulan eserde 1838 Ticaret Anlaşması, modern çalışma ilişkilerine geçiş yılı olarak not edilmektedir. Osmanlı feodal yapısının, kapitalistleşmeye uygun olmadığı için geç kapitalistleşme olgusunun söz konusu olduğu hatırlatılıyor. Gerek 1856’daki Islahat Fermanı’nda gerekse 1982 Anayasası’nda “angaryanın” yasak olduğunun yazılı olması Osmanlı-Türkiye toplum yapısının niteliğini de ele vermektedir. Yine Osmanlıda, maden ocaklarında işçi bulmanın zor olduğunun hatırlatılması, sözgelimi Ramazan aylarında maden ocaklarının boşalmış oluşu da çalışma koşullarının niteliğinin göstergesi olarak okunmalıdır. 1910 yıllarda da çalışma koşullarına dair yazılan rapor ve çıkartılan kanunlarda, çalışmanın zorluğunu ve kapitalistleşmenin tarihini izleyebiliyoruz.

Yazarın 1910’larda yazılmış Hilmi Tunalı’nın andığı raporu da dikkate değerdir. Rapora bakılırsa gerekli önlemler alınmazsa büyük grevlerin, kanlı ihtilalların yaşanacağı vurgulanmaktadır. Cumhuriyet döneminde, Osmanlı dönemine nazaran işçileşme daha da hız kazanıyor. Askerileştirilen toplumda, emek gücü de disiplin edilerek yasal düzenlemelerle sosyal yaşam alanlarına sokuluyor. Askerler de işçileştirilir bu süreçte. Demiryolu, inşaat ve bayındırlık işlerinde çalışan asker kümeleri ortaya çıkmaktadır. İşçileşme ve köylülüğün dönüşümü olgusu, edebi metinlere ve romanlara da yansıtılmıştır. Arslan bu çözümlemeleri yaparken Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar adlı eserini örnek vermekle yetiniyor.

Mutlak Artı Değer, Göreli Artı Değer

Görüldüğü gibi kitap, kapitalizmin gelişmesini hem Batı üzerinden hem de kendi tarihimiz açısından ele almaktadır. Bu gelişmelerin seyri gösterilirken genel olarak iktisat biliminin özel olarak da Marksist teorinin çok sayıda merkezi terimi, konu ve iddiası da mercek altına alınıyor. Emekçilerin –serfler, yoksul köylüler- proleterleşme süreci bağlamında “biçimsel içerimle” süreçlerinden “gerçek içerimle” süreçlerine nasıl geçildi ve ikincisi nasıl oldu da birincinin yerini aldı?

Çalışma İdeolojisi’nin söylediklerine bakılırsa bunlardan ilki kapitalizme geçiş döneminde emeğin sermaye tarafından içerilmesi anlamına gelir ki, köylü, serf henüz topraktan kopmamıştır. Kah topraktan gelir elde eder kah emek gücünü sermayenin üretim sürecine seferber eder. Gerçek içerilmede ise kapitalizm hakim hale gelmiştir. Emek gücü tümüyle sermayenin üretim sürecinde etkilidir. Sermayenin üretim süreci ve yeniden üretim sürecine eşlik eden iki kategorinin daha altı çizilmektedir ki, bunlardan ilki tarihsel olarak mutlak artı değer uygulamasına başvurulması, diğeri de teknoloji ve bilimin gücüyle giderek daha da etkili olan göreli artı değer elde etme pratiğidir.

Birincisini, bir ölçüde serbest rekabetçi döneme özgü uygulama olarak görebiliriz, ikincisi ise tekelci kapitalizm koşullarında belirleyici olarak egemen hale gelmiştir. İdeolojinin bu çerçevede de tartışmasını yapan yazara göre önceki dönemlerde yerel, milli, dini ve geleneksel söylemler ideoloji olarak işlev görürken, sonraki yani şimdiki zamanlarda sanat, bilim, eğitim, okul, teknoloji, medya ile benzeri araç ve söylemler öncekileri de içine alarak ya da dinsel ve milli olanları da kapsayarak etkili olmaktadır.

Devlet, Hukuk ve Sınıf mücadelesi

İdeolojiyi, politikanın ikizi olarak değerlendirmek sanırım yanlış olmaz. Arif Arslan’ın kitabı politika yönünde de ilerliyor ve ücret politikasından, göçmenlik, savaş ve dolayısıyla ordu gibi kurum ve konular da kitapta kendine mekan buluyor. Ülkemizin Batı kesiminden verilen örnekler üzerinden tahrik edici açıklamalar yapılıyor ve sorulan sorulara yanıtlar aranıyor. Öyle ya, Kürt işçi yerleşik işçiye göre neden daha az ücrete çalışmak zorunda kalıyor? Kürt işçi yerleşik işçiye oranla daha düşük ücrete razı olurken Suriyeli işçi niçin Kürt işçiden daha az ücrete çalışıyor? Daha da önemlisi bu haksız durumu tüm toplum neden normalleştiriyor? Politik, ideolojik ve güç merkezli pek çok yanıtı olan bu durum irdelenirken hükümet eden kesimlerden konuya ilişkin sayısız açıklamaya gönderme yapılıyor kitapta. Burada pek çok Kürt, Suriyeli ya da farklı göçmen gruplarından oluşan işçilerin çeşitli biçimlerde ve çok sayıda saldırıya uğradıklarını da ekleyebiliriz.

Çalışma İdeolojisi, elbette göçmen işçi sorununu genel işçi sınıfı sorunundan ayrı olarak ele almıyor. Buna göre bir tarafta işçi sınıfı ve çalışanlar diğer tarafta ise çalıştıran sömürücü sınıflar bulunuyor. Kapitalist sistem, iki sınıf arasındaki çatışmayı şiddete başvurmadan çözmenin yollarını aramaktadır. Bunun için devlet denilen aygıtı icat etmiştir. Yazarın kitap boyunca devlet olgusu üzerinde ısrarla durması isabetli olmuştur. Çünkü devlet; ordu, polis, hapishane, mahkeme yanında ideolojik aygıtların da sevk ve idare edicisidir. Üstelik kitleler onun ne yazık ki tarafsız olduğuna inanmaktadır. Çalışma İdeolojisi şunları söylemektedir: “Toplumsal krizlerin boy gösterdiği dönemlerde devlet ‘olağanüstü’ koşullar varsayımıyla mevcut çatışmalara taraf bir şekilde, çatışmayı ertelemek ister ya da ortadan kaldıracak uygulamaları devreye sokar” (S. 117). Devletin, devreye şiddet aygıtlarını soktuğu ve bu aygıtları da çalışan kesimlerin, işçi ve emekçilerin üzerine sürdüğü tecrübeyle biliniyor.

Yazar, devlet ile çalışma ideolojisi arasında ilişki kurarken, olgunun ilk bakışta görünmeyen yanlarını aydınlığa kavuşturuyor. Mesela anlaşma olmazsa greve başvuran sınıfa karşı devlet devreye giriyor ve iki tarafı “uzlaştırmaya” çalışıyor (sanki uzlaşma mümkünmüş). İki tarafı da birtakım hukuk kurumları ve süreçleriyle uzlaşmaya zorluyormuş gibi yapan devlet, inisiyatifin işçi sınıfına geçmesi durumunda, tarafsızlık maskesini yüzünden çekip atar. İşçi sınıfının üzerine bu defa hukuk aygıtlarını değil baskı aygıtları olan askeri-savaş aygıtlarını devreye sokarak saldırır; işçi sınıfını, gerektiğinde toplu kıyım ve katliamlar da yaparak, kontrol altına almaya çalışır.

Yazarın sunumunda askerlik ya da ordu kurumu yalnızca baskı aygıtı olarak da görülmüyor. Bu kurumun üretimle ve çalışma ideolojisiyle de ilgisi kuruluyor ki, bunun yazara özgü bir örnekleme olduğu düşünülebilir. Aynı yerde, askerlik içindeki hiyerarşik yapı ile fabrikadaki hiyerarşik yapı arasında örtüşme olduğu, askerlik kurumunun bilhassa erkek emek gücünü üretim alanlarında yaratıcı olmak ve aynı zamanda da uysal olmak anlamında “eğittiği” ileri sürülmektedir.

Dinsellik ve Emperyalizm Karşıtlığı

Devlet, hukuk, eğitim ve ideoloji eleştirisi, yazarın yakın tarihimizin siyasal niteliğini tahlil etmesini de beraberinde getirmektedir. 1920’li yıllarla birlikte modern bir görünüm kazanan çalışma hayatı, emperyalizme bağımlı bir yol izleyerek bugünlere gelmiştir. İşçi sınıfının ülkemiz topraklarında nasıl ortaya çıktığı, sendikal mücadelenin nasıl örgütlendiğine ilişkin de bilgilerin yer aldığı eserde, sendikaların işçi sınıfına nasıl ihanet ettikleri hatta bazı zamanlar, doğrudan sermayeye hizmet etmek üzere kuruldukları tarihi örnekler de verilerek sergileniyor. “Sınıf diye bir şey yoktur. İşçi ile işveren kardeştir. Hepimiz aynı gemideyiz” (S. 178) diye yazıların yayınlandığı bir sendika yayınını düşünün!

Demek oluyor ki kapitalizm koşullarında sendikal, dinsel, ve ulusal söylemler işçinin aleyhine görevler üstlenmiş durumdadır. Yazarın değindiği gibi “kıdem tazminatı dinen caiz değildir” diyen bir dinin ve din adamının bu çağda işlevinin ne olduğu gayet berrak değil midir? Kaldı ki kitabın genel bakış açısına göre sendikal mücadele, ücretli emek sistemini ortadan kaldırmaya hizmet etmediği müddetçe “sosyal ücret”, “adil paylaşım”, “iş barışı”, “insan hakları” ve “düşünce özgürlüğü” gibi hakları savunmak da bir anlam ifade etmez. Çünkü emek gücü, kendisine ödenen değerden daha fazla bir değer yarattığı sürece ve bu değere de kapitalist el koyduğu sürece gerçek anlamda adalet, hak ve özgürlük de olmayacak, eşitliğin ise esamesi okunmayacaktır.

Osmanlının son yüz yılında etkili olmaya başlayan modernleşme sürecinde çalışmanın nasıl bir gelişme gösterdiği, feodal üretim tarzından sermayeciliğe geçişin ana momentleri verilen kitapta, sergilenen verilere bakılırsa, Cumhuriyetle birlikte dinin geriletildiğinin de kocaman bir yalan olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü modern dönem, gelişen işçi sınıfı karşısında, onun mücadelesini bastırma aracı olarak dine ve dinselliğe daha fazla ihtiyaç duyuyor. Yine modern dönemle birlikte emperyalizm karşıtlığı olduğu iddiasının da büyük bir hile olduğu anlaşılıyor. Arslan’ın, birkaç defa 1923’te düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’ne dikkat çekmesini de emperyalizm olgusunda aramak gerekiyor. Yazarın da işaret ettiği gibi bu kongrede dile getirilen temalardan birisi şu ifadede mündemiçtir: “Türk… ecnebi sermayesine aleyhtar değildir.” (S. 175). Burada Mahir Çayan’a, “emperyalizm içsel olgudur” saptamasını yaptığı için atıf yapmak zorunlu görülüyor.

Ekonomi Politiğin Eleştirisi
Emek-Değer Teorisi

Değişik boyutları yönünden çalışma sorunsalına ülkemiz düzleminde bakıyor olsak da, sorun özgül haliyle Avrupa kaynaklıdır. Çünkü kapitalizmin asıl yurdu, diğer kıta ve coğrafyaları önceleyen biçimiyle Avrupa’dadır. Dolayısıyla kapitalizmin uygulaması ve ideolojisi de öncelikle Avrupa’da temel ve yankı bulmuştur. Kapitalist üretim biçimi, zorunlu olarak kendine özgü düşünür ve ideologlar da ortaya çıkarmakta gecikmemiştir. Bu yüzden Arslan, gerek merkantilistlerin çalışmaya nasıl baktığını, gerekse de Smith ve Ricardo gibi ekonomi politiğin büyük isimlerini anmak zorunda kalmıştır. Bu isimler her ne kadar Marksizm karşıtı isimler olarak düşünülseler de emek-değer teorisinin ilk öncülleri olmaları bakımından değerli sayılırlar. Kitapta, emek-değer teorisinde Marksizmin bir çığır açtığı ileri sürülürken, burjuva düşünürlerinin bu teoriyi örtbas etmek üzere ondan nasıl da uzaklaşmaya çalıştıklarının da ayrıntıları verilmektedir.

Yazara bakılırsa Fransız İhtilalı’ndan itibaren 1830, 1848 ve özellikle de 1871 Paris Komünü deneyimiyle beraber, iktisadi analiz ve açıklamalarda emek kategorisine vurgu yapan burjuva iktisadı (politik iktisat), giderek saf bir “ekonomi bilimi”ne dönüşmüş ve emeği de analizinin dışına atmıştır. Yazar bir kez daha çalışma ideolojisinin almakta olduğu yeni formlar üzerinde duruyor. Proleterleşmenin yoğunlaşması ve devrimlerde politik bir aktör olması üzerine, egemen sınıflar günah, sevap, kader, namus, onur gibi değerlerle birlikte “avantaj”, “çıkar”, “işini bilmek”, “para”, “girişimci” ve “aklını çalıştırmak” türünden değer ve özellikleri de etkili kılıyor. Demek oluyor ki, ulus devletler dinselliği geriletmek şöyle dursun adeta klasik dinlere yeni dinler ekleyerek sömürü düzenini ayakta tutmanın politikasını üretmekle yetiniyor. Buna elbette Osmanlı-Türkiye tarihini ve toplumunu da ekleyebiliriz.

Gerçekte politik iktisatçılar; çalışmayı, üretimi ve ürünü incelerken adeta düşüncede bir “devrim” yapmışlardı. Bunu anlamak için kitapta atıf yapılan merkantilist düşünürleri ve fizyokratları anımsamak gerekir. Çünkü bunlardan ilki zenginliğin kaynağını ticarette görmektedir. Fizyokratlar ise zenginliğin kaynağında doğayı görmüşlerdir. Fizik ve doğanın anlamdaş olduklarını anımsamak gerekir. Neden böyle görüldüğü ayrı bir yazının konusu kuşkusuz; zaten yazar da bu nedenlere girmiş değil. Kitaba önsöz yazan Fuat Ercan da benzer temalara gönderme yapıyor. Örneğin politik iktisatçılardan yüz yıl önce yaşayan Locke’un da “emek” kategorisini ortaya koyduğunu ileri sürüyor. Locke ve diğer burjuva iktisatçılar, her ne kadar emeği merkeze alsalar da yine de emek dışı unsurların da üründe (meta) rol oynadıklarını ima ediyorlar ki, bu görüş Marksizmden hareket eden bu eserin mantalitesine aykırı görülmektedir.

Eğitimli Toplum ve Kapitalizm

Emek değer teorisi bahsinde anılması gereken konulardan birisi de bilim ve teknolojinin üretim ile olan ilişkisinin mercek altına alınmış olmasıdır. Yukarıda da değinildiği gibi bilim ve teknoloji kapitalizm koşularında, yalnızca ve yalnızca göreli artı değeri yükseltmeye yönelik bir fonksiyon oynamaktadır. Emek verimliliğinin yükseltilmesi kapitalist üretimin vazgeçilmezidir. Bu yüzden ulus devletlerle birlikte eğitimin merkezi bir konum kazanması asla rastlantı olmadığı gibi eğitim, devletin halka bir hizmeti de değildir. Yazarın milli çıkar, ortak değer gibi efsanelere vurgu yaparken ulus devletle kapitalizm ideolojisi arasında örtüşme görmesi önemlidir. Kapitalist üretim ve kar için eğitimli toplum şarttır! Bu yüzden yazarın nazarında “eğitimli toplum” pek de makbul değildir. Bu türden uygulamalara kesinlikle tek boyutlu ve tek yönlü bakılamaz.

“Eğitimli toplum” anlayışına da diyalektik bakmak gerekiyor. Yazarın andığı terimle “ömür boyu eğitim” gibi klişeleşmiş ve toplumu kuşatmış düşünceler de çalışma ideolojisinin bir parçasından başka bir şey değildir. Burada kastedilen eğitim, elbette okul demektir. Ağacı yaşken eğmek gerekir, çocuğa da aynısını uygulamaktadır kapitalist okul sistemi. Okulun marifeti için şunlar söyleniyor: “Okul, tüm toplumsal sınıfların çocuklarını, anaokulundan itibaren çeşitli yöntemlerle, ‘etkiye en açık’ olduğu çağda etkisi altına alır. Okul, ailelerin yıllar boyu sıkıştırmasıyla da, egemen ideolojiyi çocukların kafasına yerleştirir” (S. 133).

Çalışma yaşamında “bilimsel yönetim” gibi anlayışların gelişmesi de artı değer sömürüsünü artırmak için gündeme gelmiştir. Çalışma İdeolojisi’nde iki “teknik isim” daha üzerinde durulmuştur: Taylor ve Ford. İkisi de Amerikalı olan bu “teknik filozoflar”, işçileri çalışma disiplini içinde tutabilmenin, emeği daha etkin kılabilmenin yollarını aramışlardır. “20. yüzyılın başlarında, fabrika gibi büyük üretim alanlarında işçilerin verimliliğini artırmak amaçlı geliştirilmiş disiplin tekniklerinden biri Taylorizmdir” (S. 152). İkincisi de otomobil sanayisinde ön plana çıkmış ve sanayi kapitalizminde çalışanları üreticiler olduğu kadar tüketiciler olarak da gören Fordizmdir. Her iki anlayış tarafından adeta kafese sıkıştırılan emekçi sınıflar üzerine, nihayetinde 1910’lu yıllarla birlikte demir bir ökçe inmiştir. Bu yüzden de dönemin sanat ve edebiyata yansımasını anarken yazarın, Amerikalı romancı Jack London’a ve onun Demir Ökçe adlı ünlü romanına değinmesi, altı çizilmesi gereken bir örneklemedir.

Dil İdeolojik Bir Manipülasyon Aracı

Kitabın çeşitli kısımlarına yayılan emek-sermaye ilişkileri sergilenirken yüzyıllık rejimin, emek sömürüsü üzerine inşa edildiği de, gerekçeleriyle dile getiriliyor. Bu noktadan bakılırsa Çalışma İdeolojisi adlı bu çalışma bir resmi ideoloji eleştirisi niteliği de kazanmaktadır. Resmi ideoloji eleştirisinin, tekabül ettiği iki noktayı da anmak gerekiyor. Birisi egemen sınıfların icat ettiği “sınıfsız, imtiyazsız toplum yarattık” düşüncesinin gerçekleri yansıtmadığı, ikincisi de buna bağlı olarak modern rejim boyunca yapılmakta olan sanat ve edebiyat faaliyetlerinin bu düşünceyi doğrulamaya çalışarak ideolojik bir işlev görmesidir. Bu süreçlerin, yaşamda nasıl ve hangi yollarla egemen hale geldiğini; sanat, edebiyat ve felsefe meraklısı da olan yazarın optiğinden izlemek zor olmuyor. Arslan şunları yazıyor: “Burjuva düşüncesinde karamsarlık, alt sınıflara karşı hınç ve nefret duygusunun yükselişini beraberinde getirmiştir. Schopenhauer, Nietzsche, Flaubert gibi filozof ve yazarlar, yoksul ve çalışan geniş kesimlere karşı olumsuz düşüncelere sıkça yer vermişlerdir” (S. 202).

Çalışma İdeolojisi adlı eser dilin, çalışma ve ideolojiyle ilişkisini kurması bakımından da bir hayli ilgimizi çekiyor. Demek ki kapitalizm koşullarında dilin masum olduğunu da söyleyemiyoruz. Tekrara düşme pahasına olsa da belirtmek gerekir ki, çağımızda her şey ters duruyor ve dolayısıyla da eleştirilmeyecek, tersyüz edilmeyecek hiçbir yapı, kurum, teori, tez bulunmuyor. Bunu elbette öncelikli olarak, egemen hale gelmiş değer ve sistemler için söylüyoruz. Dil de tersyüz edilmesi gereken yapılardan birisi. Yazarın ironik ve pedagojik olarak pek yerinde belirlemesi gibi “biz” sözcüğü kadar tehlikeli bir sözcük belki de yoktur. Bir işçinin, patronu da kapsayacak şekilde “biz” dediğini düşünün! Çalışma İdeolojisi, dilin kullanımını, egemen sınıflar üzerinden tartışıyor. Ve bir patron/kapitalist yanında çalıştırdığı işçileri de kapsayacak şekilde “biz” diyebiliyor.

Yazarın verdiği örneklerde olduğu gibi ‘Koç ailesi 90 bin işçiye ekmek veriyor’ cümlesiyle ‘Koç ailesi için 90 bin işçi çalışıyor” demek arasında dağlar kadar fark var. Böylece yere göğe sığmayacak kadar orta yerde duran eşitsizliği gizlemenin yolunu buluyor sermaye. Mustafa Kemal bir konuşmasına “Memleketimizde birçok milyonerin hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız” demişti (S. 120). Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın da böyle bir dili kullandığı hatırlanmalıdır. Şimdilerde sermayenin dili, önceleri kullandığı “iş bilimi” sözünün katılığını dikkate alarak onu “iş sanatı” ifadesiyle değiştirmek istiyor. Yani çalışma yeni biçimler kazandıkça çalışma ilişkilerine uygun yeni ideolojik biçimler de kendini dayatmış oluyor. Burada Robinson’u bir kez daha hatırlamak gerekir. Nasıl da kendi dilini ve dinini, Cuma’ya öğretiyor ve bu öğretme sonunda da kölesinin kendisine itaat etmesini sağlıyordu.

Sömürü Mekanları mı, Yaşam Merkezleri mi?

Çalışma ideolojisi, tüketim alanında da büyük bir yönlendirme yapıyor. Kredi kartları aracılığıyla çalışanların elindeki değer daha çabuk çekip alınıyor. Yapılan araştırmalara göre cebindeki nakit parayla harcama yapanların daha tutumlu davrandığı, kredi kartları ile harcama yapanların ise daha “cömert” harcama yaptıkları anlaşılmaktadır. Ürünlerin etiketinde yer alan “9,99” türünden fiyatlandırmaların ise farklı bir manipülasyon yaptığı vurgulanan eserde, tüketimin artırılması için sermayenin ne biçim hilelere başvurduğuna da değinilmektedir. Bu alanda da dilin rol oynadığı anlaşılmaktadır. Mesele çalışanların elinde, cebinde büyük zorluklarla biriken üç beş kuruşluk tasarrufu çekip almanın mekanları olan Alış Veriş Merkezleri’ne “Yaşam Merkezleri” denilirse ne düşünürsünüz? Keza kredi kartlarını sermaye kesimleri değil de daha çok ücretli çalışanlar yanında düşük gelir gruplarının kullanıyor oluşu sizce nasıl açıklanabilir?

Çalışanların borçlandırılması, kapitalizm koşularında özel olarak amaçlanır. Çevremizde pek çok çalışanın, borçlandığı için işten atılma korkusu yaşadığı, psikolojisinin bozulduğu, doktor doktor dolaştığı bile olmaktadır. Borçlanmanın daha da önemli sonuçlarından birisi işçinin, hak arama bakımından asla direnemeyecek bir noktaya gelmiş olmasıdır. “Direnirsem, yeni haklar istersem, zam talep edersem, sendikal mücadeleye girişirsem işten atılırım” korkusuyla susan ve sinen geniş bir emekçi kitlesinin olduğu asla sır değildir. Arslan’ın tüm bu sorunlar üzerindeki örtüyü kaldırdığı eserinde, sermayenin neden reklam harcamalarına büyük yatırımlar yaptığı da anlaşılmaktadır. Bu reklamlar sayesinde, sahte ihtiyaçların nasıl da gerçek ihtiyaçların yerini aldığı, bu alanda yapılmış çalışmalardan da belgeler gösterilerek açıklanmaktadır. Kısacası “besbelli olan şey şudur ki, günümüz kapitalist toplumunda tüketim, ihtiyaçtan ziyade prestij, farklılık, aidiyet, kimlik ve imaj gibi simgesel edinimler üzerinden şekillenmektedir” (S. 284).

İnsan Meta Siteminin Uzantısı Oldu

Baş tarafta, yaşamak için çalışmanın yerini çalışmak için yaşama aldığı söylenmişti. Başka türlü söylenecek olursa eskiden bir araç olan çalışma, günümüzde amaç haline gelmiştir. Çok sayıda sahte ihtiyacın, gerçek ihtiyaçmış gibi algılanmasından dolayı çalışma imkanı bulan emekçilerin bile başa çıkmakta zorlandığı kapitalizm çağında, “yaşamaya” neredeyse zaman kalmıyor. Yoğun “ihtiyaçlar”, işsizlik ve gelecek için tasarruf yapma düşüncesi, yalnız düşük gelir gruplarını değil az çok imkan sahibi fertleri de çalışma çarkının içine itmektedir. Çalışma İdeolojisi adını taşıyan işte bu eser, çalışmanın, büyük toplum kesimleri açısından bir ideoloji halini aldığını ileri sürüyor.

Çalışmaya ihtiyacı olmayan kişi ve kesimlerin bile çalışmaya düşkünlükleri sıklıkla görülmektedir. Çalışma bir eziyet olarak görülmesi gerekirken çalıştığı için mutlu olan çok geniş bir nesil söz konusudur. Üstelik bu yalnızca bizim gibi toplumlarda değil tüm dünya sistemi için geçerlidir. Şöyle de diyebiliriz: İnsanlar çalışmaya kumanda ediyor, meta sistemini sevk ve idare ediyor, kredi kartlarının kontrolünü de yapabiliyor diyemeyiz; tam tersine insan çalışma ideolojisinin yönlendirdiği bir birey olarak kredi kartlarının çizdiği yoldan ilerleyen, meta sistemine bağımlı ve teknolojinin sevk ve idare ettiği bir varlık haline gelmiştir.

Çalışma İdeolojisi adlı kitaba yakından bakıldığında görülecektir ki, eserde yer alan pek çok analiz, yorum, tez ve teoriler tanıdık gelecektir. Yazar bu tanıdık terminolojiyi, pek çok açıdan bağlamlarını değiştirerek kapitalizmin mikro alanlarına, dahası kılcal damarlarına doğru yaymaktadır. Kitabı okuduktan sonra gündelik yaşamda karşılaştığımız nice olaya, davranış tarzına, sanat eserine, insan ilişkilerine, dükkanlara, metalar üzerindeki her türden etiketlere, renklere bakışımızda da bir değişim gözlenecektir. Ayrıca kitabın tezlerinden yeterince yararlanıldığında her türden metalara, markalara, reklamlara, kadınlara, erkeklere, kıyafet tarzlarına, medyada haber ve program sunumlarına, tarımsal alanlara olduğu kadar sanayiye, kentlere olduğu kadar kır yaşamına bakışta da değişikler olacağı söylenebilir.

Çalışma İdeolojisi adlı kitaba dair söyleyeceklerimin sonuna gelmiş olmama, ona eleştirel bir bakışla yönelmeme rağmen –ne yazık ki- olumsuzlayacak pek de bir söz söyleyemediğimi sanırım fark etmişsinizdir. Birkaç yerde okuru rahatsız eden dizgi yanlışlarını paranteze alarak söylersek, kitapta eksikler aramadım değil, tutarsız ve hatalı saptama ve açıklamaların da izini sürmediğim söylenemez. Yine de yazarı ve eseri yadsıyacak argümanlar söz konusu değilse bunun, konuya ilişkin benim de yetersizliğimle ilgisi vardır. Ayrıca Arif ile olan yakın dostluğumuzdan dolayı hiç değilse bazı temel kavrayış biçimlerinde ve bakış açılarında ortaklıkların oluşu da burada rol oynamış olabilir. Nihayetinde tamamlanmış, konusuna ilişkin her şeyi söylemiş bir eser yoktur, bundan sonra da olmayacaktır. Bu yüzden Çalışma İdeolojisi, eleştirilmek, eksik ve hatalı yanlarının gösterilmesi için yeni kişileri ve yeni okumaları bekliyor.

Paylaş

Yorumlar kapatıldı.