Ali Çakıroğlu
Zaten mütevazı davranıp kitabın en son sayfalarına koyduğu yazısında, Hakan Yurdanur’un “Hükmü olan tek gerçek, kapitalist sermayedar için kârların erimesinin buzulların erimesinden daha önemli olduğudur” cümlesi, konuya nerden bakmamızı istediğini ele veriyor. O zaman biraz daha özgür davranıp insanlığın ve doğanın serüvenini kısacık bir özetle de olsa Marx-Engels felsefi yönteminde ve Ekim Devrimi’nin hemen arkasından Lenin’in çevre koruma kararnamesinde yakalayabilirim.
“Kapitalizm geliştiği ölçüde, hammadde eksikliğini o kadar şiddetli hisseder; bütün dünya çapında hammadde kaynakları için rekabet ve av o ölçüde şiddetlenir, sömürgeler edinme mücadelesi o ölçüde umutsuzlaşır.”
Lenin, Emperyalizm.
Hakan Yurdanur, ekolojiyi diğer mücadelelere bağlama çabasıyla, siyasi ekoloji faaliyetinin emektarlarından biri. Kendi coşkusunu paylaşmak istediği diğer yazarlara başvurusu sadece nezaketinden kaynaklanmıyor. Genel anlamda solda çarpan yüreklerin doğanın tekleyen yüreğini hissetmesini de istiyor. Elbette yüreklerin solda çarpması yetmiyor; felsefe, bilim konumuzda canlı yaşamın tehdit altında olduğu dünyayı değiştirmeye çalışıyor. Bütün kavramları “her şeyin teorisi” icat edilmiş gibi formüle edecek kapsayıcı kavramların içine yerleştirmek de çözüm değil. Ekoloji dediğimizde sık sık kullanılan “sermaye, doğa sömürüsü, kapitalizm, sömürgecilik, emperyalizm, vb.” kavramları için de aynı şey geçerli. Bunlar bizim dünyayı algılama biçimimizde somut ve tarihsel özellikleriyle analiz edilmedikten sonra teori bile sayılmıyorlar. Elbette böyle bir analiz, akademik dünyanın duvarlarının çok dışına çıkılıp sevilen sözcükle “saha”ya inilerek yapılabilir. Hakan Hoca da bir elinde matematik ve fizik bilimlerinin terazisini tutarken, “siyasal ekoloji”nin aktivisti olarak doğayı sermayenin vahşi saldırısından korumaya çalışıyor. Onun bu çaba içinde mikrofonu tuttuğu kişilerden biri olmasaydım, tabii ki söze böyle başlamazdım. Ya doğrudan doğruya bilimsel sosyalist literatürde arkeolojik kazılara başlar ya da Che’nin de hayatını verdiği Bolivya coğrafyasından ve La Paz bildirisinden söz ederdim. Kısa bir ömre sığdırılan özel tarihe, sayısız mezarın kapladığı Soma ve Zonguldak maden coğrafyasına da değinir ve kendime sorardım: Siyasi ekolojinin sahasına Soma ve Zonguldak coğrafyası ne ölçüde dâhildir? Ekoloji, materyalist diyalektik bilgide ne ölçüde yer kaplar? Bütün dünyayı pençesine alan ve dalgalar halinde etki yapan COVID-19 pandemisinin ekolojiyle ilgisi nedir?
Zaten mütevazı davranıp kitabın en son sayfalarına koyduğu yazısında, Hakan Yurdanur’un “Hükmü olan tek gerçek, kapitalist sermayedar için kârların erimesinin buzulların erimesinden daha önemli olduğudur” cümlesi, konuya nerden bakmamızı istediğini ele veriyor. O zaman biraz daha özgür davranıp insanlığın ve doğanın serüvenini kısacık bir özetle de olsa Marx-Engels felsefi yönteminde ve Ekim Devrimi’nin hemen arkasından Lenin’in çevre koruma kararnamesinde yakalayabilirim.
Bu kadar çok yazarlı bir kitapta, her yazar kendi makalesinde zaten görüşünü ifade ettiğinden, her birini özetlemek tanıtım yazısının sınırlarının dışına çıkmak olur. O halde, kitapta bana ayrılan bölüm için ufak değinmelerle yetinmeliyim. Ekoloji kavramının geniş içeriği, kavramı canlı ve cansız doğaya, yani tam da materyalist diyalektiğin kapsayıcı çerçevesine oturtuyor. Tabii ki insan toplumlarının üretimi, yeniden üretimi emek yoluyla yaşam alanlarına etkide bulunuyor. Başlangıçta meseleyi Marx ve Engels’in yaşadığı 19. yüzyıl ekseninde ele almanın pratik yararı, merkantilizmin, sanayi devriminin, emperyalizm öncesi kapitalist sömürgeciliğin doğrudan ve dolaylı sonuçlarının o zaman net görülmüş olmasında yatıyor. Dünyanın çok uzun jeolojik evrimi, termodinamik yasaları, evrim yasası, yerli haklarla ilgili etnolojik ve antropolojik bulgular art arda ortaya saçılmıştı. 19. yüzyılda, bilimde ve felsefede bilgi alanının giderek önce desteklediği insan, bitki ve hayvan varlığıyla; en sonunda fosil yakıtların enerjisine duyulan ihtiyaçla yeraltıyla bütün dünya coğrafyasına yayılmıştı. Marx ve Engels, 1840’lı yıllardan başlayarak, insanlık tarihinin bütün bilgi birikimine muazzam bir emekle sarılmışlardı. Şimdi Avrupa, ABD, Rusya, Çin, Japonya’dan binlerce akademisyen, araştırmacı, çevirmenin, vb. katılımıyla MEGA2 adlı dev çalışmayla “Tamamlanmış Eserler” adıyla 150 ciltlik külliyat parça parça yayımlanıyor.
İşte bu nedenle, 1845 ve 1846 yıllarında yazılan ama ilk kez 1932’de Sovyetler Birliği’nde yayımlanan Alman İdeolojisi’nde net olarak “tarih”in bütünselliği ve fizik doğanın tarihinin insanın yerkürede varoluşundan başlayarak iki tarihin iç içe geçtiği belirlemesiyle başlıyoruz. Arkasından en önemli soruna da el atmak gerekiyor: Toprak mülkiyeti. Bu öyle geniş bir kategori ki sadece üretim faaliyetine temel olan yerüstünü değil; yeraltını ve günümüzde hava sahası, uzay, gezegenler, uyduları, vb. da kapsıyor. Somutlaştırırsak, altın, gümüş, petrol, doğalgaz tekelleri bu özel mülkiyet alanını hiç durmadan genişletiyor. Belki de ekolojiye “siyasallık” katan en önemli olgu bu. Global Witness, Defending Future adıyla Temmuz 2020’de yayımladığı “İklim Krizi, Toprağı ve Çevreyi Savunanlara Karşı Tehditler” adlı raporunda, 2019 yılında, öldürülen 212 kişinin adını vermişti. Çoğunluğu Latin Amerika, Güneydoğu Asya’da madencilik, tarım işletmeleri, kerestecilik gibi faaliyetlere karşı çıkan yerliler ve aktivistler. Bu örnek, çokuluslu denilen tekellerin ekolojiyi çoktan siyasallaştırıp tekel kârlarına engelleri nasıl ortadan kaldırdıklarına çok iyi bir kanıt. COVID-19 salgını sırasında hazırlanan rapor, Paris İklim Anlaşmasının imzalandığı 2015 Aralığından beri haftada dört yerli ve çevre aktivistinin öldürüldüğünü söylüyor.
Carl Sagan’ın ünlü belgeseli Kozmos’un verdiği tekil örneklerde (Kloroflorokarbon gazı, kurşunlu benzin) duyarlı bilim adamlarının nasıl çırpındığı gösterilmişti. Arkasından büyük petrol sızıntısı felaketleri, Hindistan’da büyük Bhopal gaz trajedisi, Çernobil, batı medyasının kendi kamuoyundan ustaca gizlediği nükleer santral kazaları, Çernobil, Japonya’daki Fukuşima nükleer sızıntısı geldi. Bunlara maden kazalarını, iş kazalarını, grevlerde katledilenleri de eklerseniz tablonun vahameti daha net görülür. Yasaklanan savaş silahlarını başka boyutta ele alamayız. İki atom bombasının iki kenti yerle bir etmesi, Hindiçini’de doğal alanların Orange zehirli gazıyla kirletilmesi, seyreltilmiş uranyum içeren bombaların Irak, Afganistan, Libya ve Suriye’de kullanılması gibi yüzlerce örnek daha verilebilir. Bu yazı için kısa bir hazırlık çalışması yaparken, ABD’li duyarlı fizikçilerin bir ilanına rastladım. ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı faaliyet ve gösterilerin başka bir boyutu, “Bilimsel Enternasyonalizm” adıyla şu küçük ilanda kendisini gösteriyor (Science and Nature, No: 3, 1980). Birincisi, bütün dünyanın Dien Bien Phu ve ABD’ye karşı direniş savaşının kahramanı olarak tanıdığı ünlü Vietnamlı komutan General Giap, burada karşımıza Vietnam’ın bilimsel gelişmesinden sorumlu bir lider olarak çıkıyor. İkincisi, ABD’de kurulan Vietnam İle Bilimsel İşbirliği Komitesi Başkanı, California State University, Fizik Bölümü’nden E. L. Cooperman “Büyük Bir Yardım Eli Uzatalım” başlıklı duyurusunda, ortak bilimsel faaliyetlerin arasında “tıp, sağlık, tarım, doğa bilimi, çevre sorunları (agent Orange) ve toplum bilimleri”ni sıralıyor. Yani ABD ordusunun kimyasal savaşına karşı Vietnam’a enternasyonalist yardım ABD’li bilim adamlarından geliyor. Örnek çarpıcı olduğu için sözü daha fazla uzatmadan, Marx’a dönebiliriz.
Marx, özellikle Kapital’de kapitalizm analizini madenler, çevre sorunları ve işçilerin sağlık sorunlarıyla birlikte ele almıştı. Analiz yöntemi açısından, vurgunun işçi sınıfı ve sömürü üzerine kaymasında yadırganacak bir şey yok. Kapitalizmin ağır sömürü koşullarının işçi sınıfının bedensel ve ruhsal sağlığı üzerindeki etkisi için İngiliz müfettişlerinin raporları sık sık kullanılmıştı. Sonra Avrupa’da tarım topraklarının ıslah edilmesi, kimyasal gübreler, beslenme sorunları, kadın ve çocuk emeği metne derinlik katmıştı.
Günümüze ve Lenin’in emperyalist çağ dediği döneme gelelim: Paris Komünü (1871 Alman-Fransız Savaşı) sonrasında kapitalist sistem iki karşıt kampa ayrılır ve birinci paylaşım savaşı çıkar. Sanayi devrimi ve militarizm iç içe geçer; 19. yüzyılda muazzam bir silahlanma hamlesi başlar. Bilim militarizmin hizmetinde silah, zehirli gaz, kitle imha silahları, vb. üreten bir mekanizmanın itici gücü olur. Bu paylaşım savaşı, dünyanın her yerini ateşe verir; kent bombardımanları, soykırım ve katliamlar, zehirli gaz saldırıları yeni emperyalist çağın işaret fişekleri gibidir. Bizi ilgilendiren kısmı, Lenin ve Ekim Devrimi’dir. Artık hepimiz Lenin’in 22-29 Aralık 1920 tarihlerinde Moskova’da toplanan 8. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresindeki konuşmasından şu cümleyi biliyoruz: “Komünizm, Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur.” Şimdi yine yazının ön hazırlığı sırasında, Fred Strebeigh’in 7 Ağustos 2017 tarihli The New York Times’da yayımlanan “Lenin’s Eco-Warriors” (Lenin’in Eko-Savaşçıları) adlı yazısında rastladığım bir çevre koruma kararnamesini de buna ekleyelim. Yale’de Orman ve Çevre Çalışmaları Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Strebeigh’in yazıdan sonra muhafazakâr ve liberal çevrelerden Lenin’i ve Sovyetleri “övüyor” gerekçesiyle çok sayıda eleştiri aldığını da belirtmeden geçmeyelim. Ama yazının ana konusu Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı ve Sovyetler Birliği’nde çevrenin nasıl korunduğuydu.
Yazar, Sibirya’da “100 yıl önce dünyanın en iyi korunan doğal rezervler sistemi” dediği “ziyaretçilerin girmediği, insan etkisinden uzak 600.000 dönümden fazlasını kapsayan Barguzinsky Zapovednik koruma alanı”nı granit bir kayanın üstünden seyrettiğini söyler. “Barguzinsky, Rusya’da 68 milyon dönümü koruyan 103 Zapovednik ya da doğal rezerv olarak başladı. Çoğu Zapovednik, Sovyet döneminden kalmadır ve ‘kesin doğa rezervleri” adıyla Uluslararası Doğa Koruma Birliği” yönetiminde, dünyada herhangi bir ülkede en büyük toprak parçasının en üst düzeyde korunmasını sağlar.” Yazar, Stalin’in sert sanayileşme programı düşünüldüğünde, çevreciliğin beşiği denilemeyecek Rusya’nın nasıl “çevre korumasında küresel bir öncü haline geldiği”ni sorar. Cevabı büyük ölçüde Lenin’le başlatır. Yazıdan okuyalım: “1919’da, Nikolai Podyapolski adlı bir ziraatçı avcılığın pek çok türün neredeyse tükenmesine neden olduğu Volga Nehri deltasından kuzeye, Moskova’ya seyahat ederek Lenin’le buluştu. Yeni bir Zapovednik için onayını almak amacıyla Bolşevik liderin ofisine gelen Podyapolski, kendisini ‘lisede sınav öncesindeki gibi endişe’li hissettiğini söylemişti. Ama uzun süredir doğa yürüyüşlerine ve kampçılığa tutkulu olan Lenin, doğayı korumanın ‘acil değer” taşıdığını kabul etti.” “İki yıl sonra, Lenin tüm kıtada ‘önemli doğa alanları’nın koruma altına alınmasını emreden yasayı imzaladı. Otuz yıl içinde, Avrupa’daki Kafkasya zirvelerinden Kamçatka’daki Pasifik volkanlarına kadar (…) 30 milyon dönüm, 128 rezervden oluşan bir sistemde ayrıldı.” Yazıyı daha fazla uzatmamak için diğer ayrıntılara geçmiyoruz. Sadece yazarın 1951’de bu alanların tarım, kerestecilik, avcılık gibi faaliyetlere açılarak daraltıldığını, 1960 yılında doğanın korunmasının “hükümet dışı örgütlerin katılması”na izin veren bir yasanın çıkarıldığını söylediğini belirtelim.
Sonuç yerine
Doğaya saldırı, tekelci sermayenin rastlantısal bir olayı olmayıp, temelde neoliberal ekonomiyle geçen kırk yılda artı-değer ve servetin alt sınıflardan üst sınıflara, güneyden kuzeye, üçüncü dünya ülkelerinden ABD ve Avrupa’ya zaman zaman askeri biçimler alan saldırılarla, devletler aracılığıyla aktarılmasından kaynaklanır. Kâr oranının düşmesi; sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması; devrimci dalganın gerilemesinin yol açtığı toprak, denizler; kutup işgali; Kızılderili topluluklarının katledilmesi; toplu mezarlar ve yeni cinayet zincirini bu çerçeveye oturtabiliriz. COVID-19 pandemisi sırasında da bu gelişme en çıplak halinde karşımızdadır. İnsan ve doğa sömürüsünde kapitalizme bir sınır çizilmez; yükselen Neonazi ve faşist eğilim, ücret köleliğini köleliğe dönüştürmeyi de amaçlar. Irkçılığın basit hedefi budur. Yani ekolojinin büyük kitlelerin politik mücadelesi dışında bir gerçekliği olamaz. Sorun bir “tür” (homo sapiens, primat) sorunu değil; düpedüz, yalansız dolansız sınıf hegemonyasıdır (üretimin her unsurunda: doğa, toprak, makine, ölü ve canlı emek, vb.).
Sendika.Org’dan alınmıştır.
Yorumlar kapatıldı.