Mehmet Akkaya
Tanrı tartışmalarının tarihi, felsefe tarihi kadar eskilere gider. Demek oluyor ki filozofların bilgi nesnesi yapmaya çalıştıkları konulardan birisidir. Yakın zamanlarda Tanrı ve din tartışmaları, yaşamın karmaşıklığı, çağın ileri taşınmış olması, bilim ve teknolojinin gücünü de arkasına almış olmasından dolayı nispeten gerilemiştir. Yine de bizim gibi feodal yapılanmanın kültürel baskısı altındaki toplumlarda Tanrı’ya ve dine ilişkin entelektüel çalışmalar, felsefi araştırmalar eksik olmuyor. Son zamanlarda yayınlanan Tanrı Var mıdır? adlı eseri de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Kitabın yazarı felsefe profesörü Örsan K. Öymen (Destek Yayınları, 2018). Kitap Tanrı ve din meselesine dair aktüel de diyebileceğimiz birtakım tartışmalarla başlıyor. Platon ve Aristoteles’ten hareketle, hatta öncesi de var, günümüze geliyor. Epikuros, kuşkucular, Pironculuk ve Sextus Empiricus gibi isim ve anlayışları ön plana çıkaran bir güzergahın izini sürüyor. Bu yazıda eserin temalarını irdelerken konuya ilişkin ben de görüşlerimi ve ayrıca eleştirilerimi paylaşmaya çalışacağım.
Tanrı tartışmalarının tarihi, felsefe tarihi kadar eskilere gider. Demek oluyor ki filozofların bilgi nesnesi yapmaya çalıştıkları konulardan birisidir. Yakın zamanlarda Tanrı ve din tartışmaları, yaşamın karmaşıklığı, çağın ileri taşınmış olması, bilim ve teknolojinin gücünü de arkasına almış olmasından dolayı nispeten gerilemiştir. Yine de bizim gibi feodal yapılanmanın kültürel baskısı altındaki toplumlarda Tanrı’ya ve dine ilişkin entelektüel çalışmalar, felsefi araştırmalar eksik olmuyor. Son zamanlarda yayınlanan Tanrı Var mıdır? adlı eseri de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Kitabın yazarı felsefe profesörü Örsan K. Öymen (Destek Yayınları, 2018). Kitap Tanrı ve din meselesine dair aktüel de diyebileceğimiz birtakım tartışmalarla başlıyor. Platon ve Aristoteles’ten hareketle, hatta öncesi de var, günümüze geliyor. Epikuros, kuşkucular, Pironculuk ve Sextus Empiricus gibi isim ve anlayışları ön plana çıkaran bir güzergahın izini sürüyor. Bu yazıda eserin temalarını irdelerken konuya ilişkin ben de görüşlerimi ve ayrıca eleştirilerimi paylaşmaya çalışacağım.
Sonda söylenmesi gerekeni baştan belirtelim ki, Örsan Öymen kendisini ateist veya agnostik bir çizgide görüyor. Felsefe tarihinde bu çizgi de yeni değil. Günümüzde ve benim de içinde yer aldığım belirli bir nesil, ekol bu türden sıfatlarla kendilerini ifade etmemiş olsalar da toplumun dinsel, teolojik değerlerinden kopuş yaparak yaşamaktadırlar. Öymen, bu durumu, filozoflar kuşağını birbirleriyle karşılaştırırken de konu ediyor. Çünkü inanmadan da yaşamanın mümkün olduğu, hatta bazı durumlarda bunun bir ayrıcalık bile olduğu iddia edilebiliyor. Ayrıca erdemli, adil ve ahlaki davranışlar için de teist olmak, dindar olmak veya İslam dinini benimsemek veya Hıristiyan olmak gerekmez. Yazara göre “Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozoflar Musevi, Hıristiyan veya Müslüman değildi; ancak ahlak, adalet, iyilik, erdem, dostluk üzerinden bir yaşam biçimi ortaya koymuşlardır.” (Age. 24).
Filozoflar Tanrı’ya İnanır mı?
David Hume’un Agnostisizmi
Kitabın metodolojisine egemen olan anlayış ise kutsal kitaplardaki ve ayrıca kutsal olmasa bile teolojik içerikli eserlerin, düşüncelerin çürütülmesidir. Yazar bilhassa İngiliz düşünürü David Hume’un soruna ilişkin eserlerinden, makalelerinden ve görüşlerinden yararlanıyor. Epistemoloji kitaplarının yanında “Mucizeler Üzerine”, “İntihar Üzerine” ve “Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine” adlı eserlere dayanılarak değerlendirmeler yapılıyor. Deneyci (empirist) olmakla birlikte yakın zamanların en büyük kuşkucularından olan ve nedenselliği deneyime indirgeyen filozofun Tanrı’nın varlığına inanması herhalde beklenemez. Neredeyse olguların varlığına bile inanmayan, bunun bizatihi deneyimlenmesini şart koşan bir empiristtin Tanrı’ya ve ona bağlı olarak dinsel değerlere inanmıyor oluşu manidardır. Hume’a göre bilgi temelli inanç ile iman temelli inancı birbirinden ayırmak gerekir. Tanrı’nın varlığı bilgiyle değil olsa olsa iman ile ilgilidir. Burada akla uygun olanın izinden gidiliyor. Ruhun ölümsüz olduğunu iddia eden dinsel kabule de inanmak gerekmiyor. Çünkü Hume açısından bunu da deneyimleme olanağı yoktur.
Kitapta din felsefesi açısından temel sayılabilecek pek çok terim de betimleniyor. Teizm Tanrıcılık olarak lanse edilirken, ateizm Tanrı tanımayan anlamına gelir, deniliyor. Ayrıca deizm ve fideizm gibi kategorilerden de söz edilmektedir. Bu iki kategori de Tanrı’yı evrene içkin olarak değerlendiriyor. Yazarın üzerinde durduğu temalardan birisi de din ile ahlak ilişkisi. Buna göre ateizm, tüm sosyal ve politik tarih boyunca baskı altında olmuş ve teizmin saldırısına maruz kalmış olsa da varlığını ve mücadelesini sürdürmüştür/sürdürmektedir. Bu da teizm kadar ateizmin de rasyonel olduğunu hatta rasyonalizme daha yakın ve yatkın olduğu anlamına gelir. Bu yüzden olmalı ki, Hume, Diderot ve D’Holbach yanında Marx’tan, Nietzsche’ye; Carnap’tan Fransız düşünür Sartre’a dek pek çok yakın dönem düşünürü ateizm lehine teizm aleyhine düşünce sistemleri kurmuşlardır.
Marx ve Nietzsche’nin Tanrı ve Teolojiye Bakışı
Öymen açısından teolojinin, ahlak olgusunu Tanrı ve dinlere bağlaması kabul edilemez. Yalnızca dindarların ahlaklı olacağını ileri sürmek ise cehaletin ürünüdür. Dindarların da ahlaklı olacağını elbette varsaymalıyız ama öte yandan ateistlerin ve dinsizlerin de pekala ahlaklı olacağı mümkündür. Hatta çoğu zaman ateizmin ahlakla daha sıkı ilişkisi kurulduğu görülmektedir. Mesela Marx gibi materyalist ateistler ahlak üzerine en devrimci ve meşhur metinleri yazmışlardır. Eserde de belirtildiği gibi Marx, kaba bir şekilde “din halkın afyonudur” diyerek meseleyi kapatmış değildir. Ekonomik olgulara dikkat çeken Marx’ın din özgürlüğünü değil dinden kurtulma özgürlüğünü savunduğu da başka bir realitedir. “Yahudi Sorunu Üzerine” adlı esere de atıf yapılan açıklamalarda serbest ticaret ve özel mülkiyetten de özgürleşmek gerektiği vurgulanmıştır. Yazara bakılırsa bu metinlerin ahlak felsefesiyle yakından ilişkisi bulunuyor. Dolayısıyla ateist filozofların ahlak felsefesiyle ilgilenmediği tezi doğru değildir. Bu da ahlakın dinden ayrı bir alan olduğunu, birbirleriyle ilişkisinin bulunmadığının göstergesidir.
Keza Nietzsche de ahlak metinleri yazan ender düşünürlerden birisidir. “Anti İsa”, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” ve “Ahlakın Soy Kütüğü” gibi kitapları Öymen tarafından özellikle anılıyor. Ahlakın; dini ve Tanrı düşüncesini öncelediğine dikkat çekiliyor. Kaldı ki “ahlak da göreli bir konudur. Belirli bir dinin, mezhebin ve geleneğin ahlak anlayışını tüm vatandaşlara dayatmak, özgürlük ve demokrasi kavramıyla doğrudan çelişkilidir.” (Age. 33). Ahlakın dine indirgenmesi tarihsel verilere de ters görünmektedir. Çünkü ahlakın yazılı kaynaklardan çok önceleri yürürlükte olduğu biliniyor. Bu yüzden de Öymen açısından “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” adıyla derslerin konulması, kitapların yazılması, ahlakı dine indirgemek anlamına geliyor ki; bu da akla, tarihi verilere ve düşüncenin mantığına aykırıdır. Bunun yanında Tevrat, İncil ve Kuran’da yazılı olanların bugün ahlaki, hukuki ve bilimsellik açısından hiçbir değeri bulunmuyor. Burada önerilen ahlak kurallarına veya yazarın verdiği örnekle hukuğa uymak, onları onaylamayı bırakalım, tam tersine suçtur. Zira hırsızlık yapanın elinin kesilmesini kimse savunamaz. Onun cezası modern yasalarda düzenlenmiştir.
Teolojik Düşünürler ve Açmazları
Üzerinde durulan temalardan birisi de kötülük problemdir. Öyle ya, tanımı gereği her varolma durumuna gücü yeten bir varlığın olduğu bir alemde bunca kötü, acılı ve dayanılmaz hadisenin varlığı nasıl açıklanır? Taa.. Epikuros zamanından beri tartışılan bir mevzudur. Bu konuda hiçbir din alimi; ateistleri ve agnostikleri veya sıradan düşünce meraklılarını ikna edebilmiş değildir. Eğer bunca kötülük, savaş, işkence, zulüm ve benzeri negatif olay ve olgular varsa buna da Tanrı’nın gücü yetmiyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Yazarın da belirttiği gibi Augustinus, Gazali, Pascal ve benzeri teolojik düşünürler “insanların sınanması” türünden ancak çocuk aklı diyebileceğimiz seviyeden yanıtlar verebiliyorlar. Hume ve Öymen açısından da “Tanrı kötülüklerin nedeni değilse her şeyin nedeni değildir, kötülüklere engel olamamaktadır, bu durumda zayıftır.” (Age. 75).
Türkiye’nin günümüzdeki durumu Ortaçağ’a benzetilen çalışmada, Ortaçağ’da ileri sürülen başlıca teolojik argümanlar sıralanıyor ve bunların antitezlerine yer veriliyor. Birincisi ontolojik akıl yürütme ile Tanrıyı gerekçelendirme. Buna göre Tanrı yalnızca dilde, düşüncede, akılda varolan değil, ontolojik bir gerçeklik olarak da vardır! Oysa Öymen ve empiristler açısından bunu kanıtlama olanağı yoktur. İkincisi kozmolojik akıl yürütmedir. Evrendeki her şeyin bir nedeni vardır. Nedeni kendisi olan tek varlık vardır o da Tanrı’dır! Oysa Tanrı’yı nedensellik ilişkisi bağlamında ele almak doğru değildir. Üçüncüsü teleolojik akıl yürütme. Her şey bir nedenle yaratılmıştır. Yaratılanların da bir nedeni olmalıdır. Yaratanları Tanrı yaratmıştır! Oysa insan dünyasına bakarak, insanın yarattıklarını görüp her şeyin yaratıcısı vardır demek, gerçeği yansıtmaz. Dördüncüsü ise demin de sözünü ettiğimiz gibi kötülük problemidir. Bunca kötülüğün olduğu bir dünyada Tanrı’nın bunları engellemiyor oluşu, teizmin büyük bir açmazıdır.
İnsanları Tanrı Yaratmadı
İnsanlar Tanrı’yı Yarattı
Nihilizm üzerinden Nietzsche’nin dine dair tavrının irdelendiği kısımda da asıl nihilizmin dinselliğe ve teolojiye içkin olduğu ileri sürülüyor. Her ne kadar Nietzsche’nin adı nihilizme (hiççilik) çıkmış olsa da burada nelerin hiçleştirildiği konusuna girilmektedir. Nietzsche’nin geleneksel değerleri, sürü bilinci ve ahlakını hiçlediği, tersine yaşamı, gücü istediğine işaret ediliyor. Bunun karşısında din ise insan yaşamını hiçleyen, bu dünyanın gerçek değerlerini reddeden bir konumda bulunuyor. Nietzsche bahsinde, yukarıda da değinildiği gibi, daha önemli bir nokta olarak Tanrı’nın öldüğü önermesi üzerinde duruluyor. Çünkü Tanrı bir insan icadıdır. Bu da antropolojik bir bakıştır aslında. Bu anlamaya göre Ksenofones’den beri bu antropolojik bakış açısı kendisini hep var etmiştir. Yakın zamanların filozofu olan Feuerbach da (Foyerbah) bu çerçevede düşünmektedir.
Feuerbach için olduğu gibi Nietzsche için de Tanrı insanları yaratmadı, insanlar Tanrı’yı yarattı. Bu durum, bugün açıkça saptandığına göre onun varlığına inanmak gerekmiyor. Dolayısıyla Nietzsche açısından Tanrısal ve dinsel geleneklere göre yaşamanın anlamı da kalmamıştır. Tersine akli, dünyevi, laik ve yaratıcı bir yaşamın izini sürerek yaşamalıdır (Age. 100). Avrupa halkının eğilimi de bu yöndedir. Güvenilir bir araştırmanın sonuçları toplumun Tanrı inancına mesafeli olduğunu gösteriyor. Buna göre “İsveç’in %77’si, Danimarka’nın %69’u, Norveç’in %68’i, Fransa ve Hollanda’nın %66’sı, Britanya’nın %62’si, Finlandiya’nın %59’u, Belçika’nın %57’si, Avusturya’nın %46’sı, İspanya’nın %41’i, İtalya’nın %26’sı Tanrı’nın varlığına inanmıyor.” (Age. 25). Türkiye’de bu oranın yüzde beş olduğu düşünüldüğünde Tanrı, din ve ilahiyat meselesinin genel, evrensel, bilimsel bir görüş olmadığı; tersine geleneksel, duygusal ve konjonktürel bir olgu olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Tanrı, Din ve Teolojinin Arkasında
Birey Değil Toplum Bulunuyor
Tanrı, din ve teoloji sorunsalına bakarken düşülen bazı hatalı durumlara “Tanrı var mıdır?” adlı çalışma bağlamında da değinmek gerekiyor. Önceki felsefelerde olduğu gibi yanlış metinlerin ve düşüncelerin yeni metin ve düşüncelerle değiştirileceğine inanmak gibi iyi niyetli tutumu, Öymen’in çalışmasında da görüyoruz. Oysa düşüncelerin değişmesinde yeni düşüncelerden çok yeni pratik yaşam süreçleri daha belirleyici olmaktadır. Bu yüzdendir ki, Marksizm açısından düşünce dizgelerinin değişmesi, özünde teorik bir sorun değil pratik bir sorundur. Kitabın tezlerine bakıldığında başta Tanrı olmak üzere ilahiyat, ibadet ve geleneksel değerlerin toplum icadı değil de insan icadı olduğuna inanç baskın görülmektedir. Bu yüzden de yazarın yaklaşım tarzına antropolojik diyebileceğimiz bakış açısı egemendir.
Halbuki, Tanrı ve teolojik değerleri üreten bireyler olsa bile, bireyler belirli toplumsal yapıların, üretim güçlerinin ve toplumsal yapıların bir ürünü olmuşlardır. Bu nedenle de insanlar, teologlar istese de istemese de toplumun gelişmişlik düzeyi değiştikçe dinselliğin de değişmesi zorunludur. Nihayet kitap içinde bu değişikliğe işaret eden pek çok pasaj da buna gönderme yapmaktadır. Oysa Ksenofones’te, Feuerbach’ta, Nietzsche’de ve Öymen’de olduğu gibi Tanrı’ya insanın bir ürünü, uydurması olarak bakılırsa onun, insan var olduğu sürece kendini var edeceği sonucu çıkar ki, bu hem yanlış bir analizdir, hem de Öymen’nin bir ateist olarak arzulamadığı sonuçlar doğurur.
Yazar bu anlamaya bağlı olarak Tanrı anlayışının ve dinin Batı’da geriletilmiş olduğunu düşünüyor ki bu da –kanaatimce- gerçekleri yansıtmıyor. Yine de kitaptaki pek çok veri, istatistiki bilgi birtakım nicel diyebileceğimiz farkların olduğunu işaret etmektedir. Buna bakarak ‘Batı’da dinin etkisi geriletilmiştir, laiklik inşa edilmiştir, bu da demokrasiyi geliştirmektedir’ denilemez. Kitapta konusu edilen Fransız İhtilali’nin laikliğe tekabül ettiği doğrudur ama çok kısa ve geçici olmuştur. Batı’da halen demokrasinin olduğunu ileri sürmek ise bir yanıyla tartışma kaldırır, bir yanıyla da iyi niyetli, Batı merkezli bir bakıştır.
Çünkü çağımız sermaye çağıdır, Avrupa burjuvazisi de Türk burjuvazisi de eskiden beri soruna sermaye açısından bakmaktadır. Sermaye ve tüm ulus devletler az çok dine sahip çıkarlar. Hatta Türkiye’de olduğu gibi cumhuriyetle birlikte İslam dininin yanına bir de “milliyetçilik dini” koyulmuştur. Altı oktan birisidir milliyetçilik dini. Bu durum Batı için de geçerlidir. Alevi ve benzeri, Sünni İslam dışındaki inanç topluluklarından vergi alıp Sünni İslam doğrultusunda toplumu dinselleştirmenin adı da, yazarın sunumunda iddia edildiği gibi, laiklik değildir. Keza Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da, Öymen’in zannettiği gibi demokratik bir kurum olarak değerlendiremeyiz.
Kitapta Tanrı, din ve ilahiyat negatif özellikleri açısından ele alınırken büyük oranda gerçekleri yansıtmaktadır. Fakat soruna ezilen cinsler, ezilen sınıflar, ezilen uluslar açısından da bakmak gerekir. Ezilen dini gruplar, inanç grupları insani ve vicdani taleplerini dile getirebilirler ve bu talepler tarihsel açıdan “gerici” olsalar bile devrimci bir öze sahip olabilirler. Bunun için diyalektik bakışa ihtiyaç var. Kitapta birçok kez sözü edilen Marx ve Marksizm açısından da Tanrı inancı ve dinsellik bu diyalektik bakış açısıyla ele alınmıştır. Fakat yine kitapta vurgulandığı gibi Marx ve Marksizm özel olarak ateizmi savunmamıştır; ama Marx’ın ve Marksistlerin ateist olduğu kuşkusuz ki bir gerçektir. (Age. S. 97).
Ateist Titizliğe Önem Verilerek
Düşünce Özgürlüğünü ve Felsefeyi Savunmak
Toplumumuz, Türkiye felsefesinde, meslekten birisinin Tanrı, din ve teolojiye karşı yazılmış bir metniyle sanırım ilk defa karşılaşıyor. Gerçi felsefi çalışmaları izlediğim kadarıyla ilahiyat kökenli ama seküler zeminde felsefe yapan Hasan Aydın ve Marksizmle ilişkilenerek felsefi sunumlar da gerçekleştiren Sinan Özbek gibi isimleri de bu çerçevede anmak gerekir. Yine de denilebilir ki “Tanrı Var mıdır?” netliğinde yazılmış ilk kitapla yeni karşılaşıyoruz. Öymen’in metne de başlık yaptığımız gibi uzmanlık alanı felsefe, konu ise Tanrı ve teolojidir. Merak, cesaret, bilgi ve gelenek yetersizliğinden olsa gerek bu konuda adeta bir sığ ve kısır durum, dahası bir tabu söz konusu idi şimdiye kadar. Öymen, eldeki çalışmayla bu tabuyu yıkmayı amaçlıyor. Bunu yaparken de felsefenin gerektirdiği “ateist titizliğe” önem vererek geleneklere, siyasallaşmamış dindarlara, tutucu kesimlerin kılık kıyafetlerine (türbana) karşı da demokratik bir açılım getiriyor ve özenli bir dil kullanıyor.
Bu yaklaşımlarında olduğu gibi düşünce özgürlüğü açısından da kitabın önerisi ve beklentisi değerlidir. Çünkü ateistlerin de teistler kadar özgür olması isteniyor. Zira ülkemizde “Tanrı vardır” görüşünü savunmakla, “Tanrı yoktur” görüşünü savunmak birbirinden çok ters sonuçlar doğurur. İlkinde olumlama varken, ikincide bırakalım olumlamayı, linç girişimleri bile söz konusu olabilmektedir. Aziz Nesin ve Turan Dursun gibi aydınları hatırlatırken Öymen, elbette ki haklıdır.
Demek ki yazar; düşünce özgürlüğü, laiklik ve demokrasi arasında bir sentez kurarken bunlar önünde en büyük engeli de teolojide buluyor. Teolojinin panzehiri olarak da felsefeyi önermektedir. Bu türden yaklaşım ve önerilerin de “naif” olduğu kanaatindeyim. Kısacası pek çok kişi ve çevreyi düşünsel manada provoke edecek bir çalışma, yalın ve hatta kolay okunacak bir üslupla yazılmış nispeten kısa bir metin. Umarın okunup üzerine yorum, analiz, eleştiri ve açıklamalar yapılacaktır.
Yorumlar kapatıldı.