İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi

Okunması ve anlaşılması kolay, aşılması zor kitaplardan birisi de İnsanlık Tarihi adını taşıyor (İmge Yayınları-2014). Alaeddin Şenel’in tüm entelektüel mesaisinin ürünü olduğu ileri sürülebilir sözü edilen eserin. Ülkemizin düşünce ikliminde bir zirve, sosyal tarih açısından Marksizme yapılmış bir katkı olduğu iddiası ciddi bir iddia olsa da yabana atılır bir iddia değildir. Bir teknoloji tarihi görünümü de ortaya koyan İnsanlık Tarihi, insanın keşif ve icatlarının tarihi olarak da okunabilecek nitelikte görünüyor. Ortaya çıkarılan her yeni keşif ve icadın toplum içinde hangi mekanizmaları ne düzeyde mobilize ettiği, hangi toplumsal dinamikleri hangi yönlere kanalize ettiği Şenel’in ısrarla belirleme ihtiyacı duyduğu noktalar arasında yer alıyor. Sosyal tarihten hareketle olguları varlık düzleminden bilme düzlemine transfer ederken de; siyaset, sanat, bilim ve felsefe tarihini anlaşılabilecek bir şeffaflığa kavuştururken de ayrıcalıklı bir yerde duruyor.

Tarih kitaplarının ya da tarihe ilişkin çalışmaların en zayıf yanları, hangi olay, konu ve uygulamalara önem verileceği, hangilerinin dışta bırakılacağı meselesinde ortaya çıkar. Doğal ki, bunda yazarın en yalınından söylenirse, dünya görüşünün etkisi büyüktür. Ama bilimin asgari ilkelerine, etiğine, felsefesine, nesnelliğine riayet eden bilimciler için sorun elbette fazla karmaşık görünmez. Şenel’in de bir bilim insanı olarak duruşu açık görünüyor. Kendini gizleme gereği duymayarak, bilimin asgari ilkelerine de uyarak ama “ideolojik bir tutum” almaktan da çekinmeden, bilimci sorumluluğuyla araştırma alanlarına yöneliyor. Dolayısıyla çalışmasını sınırlandırabiliyor, her bulguyu ve belgeyi çalışmaya katmıyor.

İnsanlık Tarihi adlı kitap, ayrıntıda boğulmadan tarihin gidişatında, insanlığın ilerlemesinde etkili olabilmiş noktalar üzerine eğiliyor. Şenel’in yaptığı bu çalışmada dönemlere damgasını vuran olguların altı çiziliyor. Örneğin at, eşek ve köpek gibi hayvanların evcilleştirilmesi insan yaşamında bazı değişiklikler meydana getirmişse, ki getirmiştir, bunlar çalışmada yer alabiliyor. Yine Şenel’in anlayışına göre orağın, çapanın evrimi; karasabanın, tekerleğin icadı; kağıdın ve barutun bulunması ve kullanımı insanlığın gidişatını belirlediği için böylesi çalışmalarda mutlaka yer almalıdır. Kitabın “felsefesine” ilerlemeci tarih ve toplum anlayışı egemendir diyebiliriz. Ne var ki bu ilerlemenin mimarları olarak yazarın, emekçi sınıflara yeterince yer verdiği söylenemez.

Tarihsel Roman Üslubuyla Yazmak

Kitabın genel sistematiğine, karşılıklı ilişkiler anlayışının (içsel ilişkiler felsefesi) damgasını vurduğunu, bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Buna göre Doğu’daki bir gelişme, Batı’daki gelişmeleri etkilerken; Mezopotamya’daki bir yenilik Atina’da bir etki yaparken; örneğin Roma’nın yayılmacı politikaları sayesinde de Yunan’daki birçok inanış, anlayış, teknik bütün dünyaya yayılma olanağı buluyor. Doğa bilimlerindeki bir yenilik toplumsal yaşamda da derhal bir karşılığıyla eşleşiyor. Böylece dünya ve onun tarihi birbirinden bağımsız gelişmelerin, rastgele oluşturdukları bir “yığın” olmaktan çıkıyor ve dünya ile onun tarihi belli bir düzenin, nedenselliğin, birbirine bağlılığın etkin olduğu diyalektik bir yapı olarak sunuluyor.

Kitabın girişinde de değinildiği gibi, bu diyalektik yapının, iki temel kavramı bulunuyor: İnsan ve tarih. Denilebilir ki yazar çalışmaya “insan nedir?”, “tarih nedir?” gibi kitabın içeriğini de yansıtan sorulara yanıt arayarak başlıyor ve bu soruları, “Kemirgenlerden asalaklara”, Asalaklardan üretkenlere” ve “Üretkenlerden sömürgenlere” gibi çarpıcı başlıklarla oluşturulmuş giriş bölümü izliyor. Eserin içeriği kendisine uygun bir üslup yaratarak en eskilerden günümüze doğru adeta zikzaklar çizerek, ama dingin ve dinamik bir niteliğe bürünerek yatağındaki akışını sürdürüyor. Okur bir tarihi roman hissiyle büyüleniyor. Bu yönüyle düşünüldüğünde roman tadını keşfeden okur antropolojiden sosyolojiye; fizikten kimyaya; arkeolojiden tıpa kadar uzanan bilimlerin insan anlayışlarıyla da zenginleşme olanağı buluyor.

Zira eser bu düşün ve bilgi disiplinleriyle beslenerek kurulmuşa benziyor. Şenel, insanın çeşitli tanımlarını çalışmasının başında, bu bilimlerden ve birçok filozoftan yararlanarak açıklıyor. Burada Şenel’in insanla ilgili olarak, onun toplu halde yaşayan, üretimde bulunan ve tasarlayarak araç yapabilen bir varlık olduğunun üzerinde durduğu çok bariz olarak görülüyor. Dolayısıyla bu özellikleriyle insanın bulunduğu her yerde benzer insani faaliyetlerin ortaya çıkması da doğal karşılansa gerek. Bu bakımdan Şenel, daha kitabının en başında şu sava yer veriyor: “ ‘Aynı koşullar içinde bulunsaydım ben de aynı konumda bulunabilir, benzeri şeyleri yapabilirdim’ demeyen, ne kendini, ne başkalarını anlamıştır ne de insanlık tarihini anlayabilir.” Marksizme katkı olduğunu savunduğumuz bir eserin materyalizme dayanması gayet anlaşılır olmakla birlikte, alıntıda vurgulandığı biçimiyle bir sosyal tarih kitabı için bu denli materyalist bir vurgu bizce tartışmalı görünmektedir.
İnsanlık Tarihi’nin üst başlığında ise “Kemirgenlerden Sömürgenlere” ifadesi bulunuyor ki, yazar bunun da bir retorik olarak alınmaması gerektiğini, tarihsel süreçte hem organik evrimden hem de kültürel evrimden söz edebilmek için konduğuna vurgu yapıyor.

Doğu ve Batı Analizinde
Şenel’e Katılmak Mümkün mü?

Kültürel ürünlerin en düzeyli temellerini Greklerden başlatmak bir gelenek olmuştur. Demokrasi, insan hakları gibi kavramların başlangıçlarını; modern anlamda bütün bilgi disiplinlerinin ilk izleri için temel, çoğu zaman eski Yunan olmaktadır. İlk felsefe çalışmaları orada başlamıştır, doğrudan demokrasi denemeleri orada temel bulmuştur, etik ve estetik düşüncesi ilk defa Yunanlılarda gündeme gelmiştir; matematik, astronomi ve fizik… orada gelişme olanakları bulmuştur. Şenel, “Klasik Uygarlıklar” başlığıyla açtığı tartışmada, Yunan uygarlığını aşırı yücelten bu anlayışlara elbette katılmıyor. Klasikliğin etimolojisini veren Şenel’e göre klasik; yüksek, olumlu, aşılamaz gibi anlamlar taşıyor. Bu anlamda klasik kültürlere ise Mezopotamya uygarlıklarında da rastlamak mümkündür. Şenel açısından Yunan uygarlığına özgü düşünülen klasik ürünlerin bu topluma ait değerler olduğuna bir şüphe yoktur; ancak Yunan uygarlığının arka planında Mezopotamya uygarlıklarının katkıları bulunmaktadır. Konuyu yakın dönem burjuva düşünürleri ile aydınlarının bakış açısını da hesaba katarak sergileyen Şenel, Yunan uygarlığının yüceltilmesini bu aydın ve düşünürlerin Yeniçağ’da, Ortaçağ değerlerini (yanlış olarak) eleştirirken yaptıklarını söylüyor. Demek oluyor ki yeniler, Ortaçağ’ı eleştirmek adına Yunan’ı hakkettiğinden daha da yüceltme ihtiyacı duyuyor.

Yeniçağ’ın entelektüel ve filozofları, tarihçileri burjuvazinin düşün ve bilim anlayışının üreticisi ve taşıyıcısı olmuşlardı. Ortaçağ’ın tarım toplumu ile Yeniçağ’ın endüstri/sanayi toplumu arasındaki çatışmada, tarımsal üretimin karşılığı olan dinsel düşünüşe karşı endüstrinin temsil ettiği bilimsel düşünüşü tercih ettiler. Bunu da tarihsel bir temel koymak ve düşüncelerini kuvvetlendirmek üzere Yunan ve Latin (Roma) değerlerini öne çıkararak yaptılar. Şenel’in belirttiği gibi, gerçekten de Yunan kültürünün klasik bir nitelik kazandığı dönemde Yunan coğrafyasında tarım toplumuna oranla gelişmekte olan (ilkel denilebilecek) bir ticaret burjuvazisi söz konusu olmuştu.

Şenel’e göre Yunanistan karasallık pozisyonu gereği gelişemiyor; dağların, vadilerin ve denizlerin konumu Yunan toplumunu denize ve deniz ticaretine yönlendiriyordu. Yunanlılar, klasik kültürlerine temel yaptıkları birçok düşün ve sanat ürününü ve ayrıca yazıyı da bu ticari faaliyetler sırasında Mezopotamya’dan getirmiş olmalılardır. Oysa Şenel’in ayrıntılı açıklamalarına rağmen klasik kültür için tek adresin halen Batı olduğu gerçeği pek değişmişe benzemiyor. Dolayısıyla kültürel eşdeğerlilik çerçevesinde de olsa Doğu değerlerine gereğinden fazla önem verdiği hissedilen Şenel’e bu noktada katılmak mümkün görünmüyor.

Kır/Kent Çelişkisi
Felsefenin Ortaya Çıkması

Her kitapta, özellikle de hacimli kitaplarda okurda “durgun” ve “dinamik” izlenimi veren bölümler bulunur. Daha doğrusu okur kendi pedagojik anlayışına, bilgi birikimine, ilgi alanına göre böylesi duygular içine girer çıkar. İnsanlık Tarihi’nin en dinamik bölümleri, uygarlığa geçiş sırasında görülen “toplumsal artı”nın ortaya çıkma koşullarının ve bu artının toplumsal organizasyonu nasıl etkilediğin anlatıldığı bölümlerdir, denilebilir. Çünkü bu sorunsal yazarın da bilincinde olduğu üzere uygar toplumların gelişmesinde motor güç işlevi görmektedir. Şenel’in terminolojisinde uygarlık dönemi, sömürü koşullarının oluştuğu dönem olarak anlaşılıyor. Bu koşulların ortaya çıkmasını bir nedenle açıklama anlayışında olmadığı gibi, uygar topluma geçişi bir halkın üstünlüğüne, bir vahyin ürününe de bağlamayan yazar, bunun için “on koşul” ifadesini kullanıyor. Uygarlığa geçiş için yani sınıflı toplumlara geçiş için gerekli olduğu düşünülen bu “on koşul” çalışmada ayrıntılı bir şekilde gösteriliyor.

Şenel’in kapsamlı çalışmasında elbette dinamizm yalnızca “sınıf” dinamiği diyeceğimiz sorunların işlendiği kısımlardan ibaret sayılamaz. Bir kere toplumsal artı ve sınıf dinamiğinin ele alınması, sonrasında bu kavrama tarzına paralel olarak bir de epistemolojiyi ön plana çıkarmaktadır. Ve bu konuların birbirine bağlı olarak ele alınması yazarın önemli metotlarından biridir. Zira onun açısından bir toplumun düşünüş biçimini belirleyen, Marksist teoriyle de uyum içinde olarak, o toplumdaki üretim tarzı ve o toplumun yaşam biçimidir. Yani bilgi, üretimde sınanıyor.

Üretim süreçlerinin en uzun erimlisi, üretimin sihre ve büyüye bağlanmış olanıdır. Onu tarım izler, tarımın peşinden de endüstri üretimi gelmektedir. Dolayısıyla Şenel’in konuyu sihirsel düşünüşten başlatarak, dinsel, felsefi ve bilimsel olarak ilerlettiği görülmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla ya da yorumlanarak söylenirse, Şenel’e göre avcı ve toplayıcı asalak yaşam biçiminin bilme ve düşünme biçimine karşılık olarak sihirsel düşünce uygun geliyor. Bu dönemde toprağa bağlı az çok düzenli ya da fabrikaya bağlı tamamen kontrol edilebilen üretim olmadığından av ve toplamada bir rastgelelik (şans) söz konusu idi.

İşte düşünce de belli bir nedensellik olmadan bu rastgelelik üzerinden oluşuyordu ki, bu, sihirsel düşüncedir. Şöyle de denebilir: “Bir sihir işleminden sonra, olması ya da olmaması istenen şey (rastlantıyla) üç gün sonra, üç ay sonra, “üç zaman sonra” gerçekleşebilir” (s.206). Bu anlamdaki (ilkel) üretimin bilginin denenmesine olanak vermeyeceği, yapılan büyünün sonucunun “şans”a bağlı gerçekleşeceği açıktır. Bu karşılıklı durum tarihsel süreçte devam ettikçe, dinsel bilme ve düşünme biçiminin de tarım toplumuna tekabül ettiği anlaşılmakta.

Tarım, mevsimlik veya yıllık birçok ürünün hangi koşullarda iyi verim alındığını sınama bakımından avcılık ve toplayıcılık koşullarına oranla daha verimli bir ortam hazırlar. Yeni ekilen bir ürünün ne kadar sulama, bakım, güneş gerektireceğini deneyerek öğrenmek mümkündür. Ama bu denemeler bir yılı bazen de birkaç yılı gerektirmektedir. Dolayısıyla “doğrunun tespiti” gecikmektedir. Ancak böyle olsa da sihirsel düşünceye göre eşi benzeri görülmemiş bir ilerleme sayılır. Yani tarımsal üretimin geleneksel biçimi düşüncenin gelişmesine olanak veren bir üretim olarak sunulmaktadır.
Felsefe de bu sürecin kentlere ve ticarete olanak verdiği dönemlerde belirmiş olmalıdır. Şöyle ki, “felsefi düşünüşe geçiş, tarımın yanı sıra, daha çok cansız madde ile uğraşılan malyapımı, zanaatlar, ticaret uğraşlarında kazanılan deneyimlerle olanak içine girmiştir.” (s.711). Şenel açısından endüstri çağı/devrimi bir dönüm nokrası olarak bilimsel düşünceye olanak vermiştir. Sihirsel düşünüşte hiç olmayan, dinsel düşünüşte kısmen söz konusu olan nedensellik, bilimsellikte tümüyle geçerli olmuştur. Demek ki mal yapımı, ticaret ve kentlerin oluşunu felsefeye de temel oluşturuyor. Çünkü kent/kır çelişkisi kendisine kaynak bulmaktadır.

“Kuramsal bilgiler (tarımsal üretim döneminde dindekinden farklı olarak) pratiğin sınavından kolayca geçirilebilecek türden olacaktır (…) Bilimsel nitelikte kuramlar (mal üretiminde) teknolojinin sınavından geçirilecektir. Gerçekliği yansıtmadığı anlaşılanlar atılıp, gerçekliği giderek daha doğru yansıtanlar birbirinin yerini alarak kuramsal (bilimsel) bilgi birikimsel gelişme gösterebilecektir.” (s.412). Burada söylenenlerle yukarıda atıf yapılan sanayi toplumu ve bilimsel düşünce konusu birleştirildiğinde iki noktaya vurgu yapmak zorunlu görünüyor. Bir, yazar her türden düşünceyi bilimsel düşünceye indirgemiş oluyor ve bunun da –Hegel’i anarak söyleyelim- burjuvazinin önderliğinde kurulduğu varsayılan sanayi toplumunda sona erdiği kabul ediliyor. İki, bilimsel düşüncenin burjuva çağına özgü olduğu kabul edildiğinde “proletarya çağına” özgü bir bilim anlayışına yer bırakılmıyor. İki karşıt sınıfın bilim ve düşün anlayışı, aynı çağa karşılık geliyor, dolayısıyla da aynılaştırılmış oluyor.

Ortaçağ Düşüncesi ve Sınıf Savaşları

Ortaçağa bakış, birçok düşünür açısından sorun olmakta ve birçok boyutu yönünden de farklı açıklamalara rastlanmaktadır. Ne zaman başlamış ne zaman bitmiştir Ortaçağ? Karanlık mıdır, Aydınlık mıdır? Üretken midir, asalak mıdır? Bunlara verilen yanıtlar benzer olduğunda da, bu defa bunların gerekçeleri konusunda fikir ayrılıkları görülmektedir. Şenel bakımından Ortaçağ, öncesi (Antik) ve sonrası (Yeniçağ) maddi ve zihinsel üretim yönünden zengin olan ara dönemi ifade etmektedir. Asıl olarak bu dönemi Roma ya da Latin dünyası temsil eder.

Roma imparatorluğunun çöküş dönemiyle birlikte düşüncede de buna tekabül eden bir şekillenme olmuş, bu düşünüş kendini daha çok Latin Katolik düşüncesi olarak göstermiştir. Antik dönemdeki kapitalizmi andıran toplumsal yapı, tarım üretiminden yüksek tarım ilişkisine evrilen üretim, kentleşme eğilimi gösteren sosyal ortam ve dengeli bir kent-kır ilişkisi, giderek yerini kırsal kurumların etkisine bırakmıştır. Bunda hantallaşacak kadar büyüyen ve gelişkin üretime olanak vermeyen Roma imparatorluğunun rolü büyüktür. Üretimde verimin düşmesi, kitlelerin yoksullaşması, bu yoksullaşmayı aşamayan yığınların dinsel inanç ve anlayışlara yönelmesine neden olmuştur. Hıristiyanlık, bu koşulların ürünü olarak ortaya çıktı. Şenel, üretimde verimin düşmesini, yoksullaşmayı, dinsel düşünceye yönelmeyi Ortaçağ’a geçişin nedenleri olarak göstermekte haklı olabilir; ama ne var ki o da tüm dehasına rağmen yoksullaşmanın, dinselleşmenin kaynaklarını ana akım sosyal bilimcilerinde olduğu gibi açıklayamıyor. Halen yanıtlanması gereken güncel sorulardı: Neden verim düştü, neden yoksullaşma başladı? Niçin dinsellik belirleyici oldu, niçin bilimsel, felsefi ve estetik çabalar sönülmendi de Ortaçağ’a geçildi?

Başlarda yasaklanan Hıristiyanlık, dönemin ideologları tarafından Roma İmparatorluğunu yıkılmaktan kurtaracak, kitleleri birbirine bağlayacak bir güç olarak görüldü ve 378’de Hıristiyanlık devlet dini olarak kabul edildi. Böylece daha da güçlenen ve kurumlaşan Hıristiyanlık bir dünya görüşü, bir düşünüş tarzı olarak felsefenin yerini almaya başladı. Beri yandan Hıristiyanlığı bu kabulleniş de Batı Roma’nın 476’da yıkılmasına mani olamadı. Şenel’in Siyasal Düşünceler Tarihi adlı çalışmasındaki değerlendirmelere bakılırsa, bu dönemin en spesifik filozofu St.Augustinus (354-430) olmuştur.

Devletin İdeolojik Aygıtları

Yazarın çalışmasında geçmişin aksine günümüze yaklaştıkça detaylar adeta geometrik olarak artıyor. Uygarlıkla birlikte ortaya çıkan dinler konusuna birçok bağlamda dönen yazar, dinlerin söylendiği gibi eşitliği savunmadıklarını şu sözlerle dile getirme gereği duyuyor: “Musacılıkta ve İsacılıkta olduğu gibi, İslamda da uygarlığın gelişmesiyle birlikte, insanlar ve katmanlar arasındaki eşitsizlik, hatta dinsel alanda, azalması şöyle dursun, artmıştı” (s.889). Bu noktada dinlerin genel işleyişi de birbirinin benzeridir. Ortaçağ boyunca Doğu’da olduğu gibi Batı’da da Papaların yönlendirdiği Engizisyon mahkemeleri boş durmadı. “Papalıkça benimsenen görüşlerden ayrılan kimseleri ‘sapkın’ sayıp kovuşturdular. Engizisyon işkence ile alınmış sözlere dayanarak hapis cezaları verebildi” (s.823).

Şenel’in yazdığına göre İspanya halkı Engizisyonu 1820’de tarihin çöp sepetine gönderdi. Meselenin aktüel boyutunu da dikkate alarak belirtilmeli ki, Şenel’in aynı yerde pek isabetle değindiği gibi 1948’de imzalanan İnsan Hakları Bildirgesi’ne karşı Suudi Arabistan çekimser oy kullanmıştı. Köleliği yasalarından çıkaran en sonuncu ülke olma “unvan”ı da Suudi Arabistan’ın değil miydi? Bu noktanın, meselenin güncellik boyutu bakımından ilginç bir analiz olduğu söylenebilir. Nihayetinde Şenel açısından, İslam’la paralellik arz eden ve Musacılığa dayanan İsacılığın da kadınlara önerisi: kocalarınıza itaat edin; kölelere önerisi ise: İsa’nıza hizmet eder gibi efendilerinize hizmet ediniz, biçimindedir.

Şenel’in çalışmasında birçok aktüel konunun yanı sıra dikkat çekilen ilginç konulardan birinin de din-devlet sürtüşmesi olduğu görülüyor. Tarihsel süreçte din, kilise kurumlarına ve Papalığa karşılık gelirken devlet de orduya karşılık geliyor veya yazarın deyimiyle devlet, savaşçıda temsil olanağı buluyor. Yazar devlet ile din arasındaki “çatışma”nın gerçek ilişkileri gizlemede nasıl bir işlev gördüğünü, halk hareketlerine karşı bu iki kurumun nasıl da birlik olduklarını vurguladıktan sonra ülkemizdeki tarzını veriyor.
“12 Eylül sonrası ısıtılıp sunulan ‘Türk-İslam Sentezi’ (burjuvazinin izniyle ara rejim bile olsa) arkasında, savaşçılar ile dinciler arasındaki böyle bir işbirliğinin ideolojideki yansıması yatmaktadır. Çünkü bu bireşimde ‘Türk’ söylemi ordu, ‘İslam’ söylemi’ din çevrelerini temsil etmektedir.” (s.390)

Şenel birçok saptamasını, olduğu gibi buradaki saptamalarını da birçok Marksist argümanla desteklemeye özen gösteriyor. Dinci ve savaşçı ilişkisini ele aldığı konu bağlamında Althusser’in, “Devletin İdeolojik Aygıtları” teorisine atıfta bulunuyor, zira din, kitleleri egemen sınıflar lehine ikna etme kurumudur, böylece Şenel’in çalışmalarının, belli bir kuramsal zenginlik çerçevesinde ortaya konmuş olduğu görülüyor. Şenel, devlet/din ilişkisini kurarken yalnız konjonktürel ve yerel örnekler yerine bunun hem eski hem modern devletlerde, hem ülkemizde hem dünyada olduğunu, yalnız 12 Eylül’de de değil ondan önceki yüzyıllarda da geçerli olduğunu belirtseydi daha etkili bir tespit yapmış olacaktı. Böylece son zamanlarda ülkemizde tartışılmakta olan tiranlaşma meselesinin de gökten zembille inmediği tohumlarının yüzyıl önceden atılmış olduğuna temas etmiş olurdu.

Anlatılan Senin Hikayendir

Her düşünce bir boşluğu doldurur, her eser bir soruna ışık tutar. Dolayısıyla her düşün insanı bir sorundan ya da sorunlar dizisi olan sorunsaldan hareket eder. İnsanlık Tarihi’nin sorunsalı da “başlangıçtan günümüze insanın serüveni” olarak özetlenebilir. Şenel bu serüveni çözümlemeyi, maddenin biyokimyasal evriminden canlının organik evrimine; insanın evriminden de kültürel evrime doğru yol alarak yapıyor. Mitolojik olandan bilimsel olana doğru yol alırken, her dönem için maddi olan düşünsel olana, ekonomik olan kültürel olana temel teşkil edecek biçimde veriliyor. Sonuçta okura gerçekçi bir “hikaye” armağan ediliyor. Bu yapılırken olaylar, olgular, neden sonuç ilişkisi çerçevesinde ete kemiğe büründürülerek “anlatılan senin hikayendir” somutluğunda bir sunum ortaya çıkıyor. Her içerik kendine özgü bir anlatım tarzı ve anlatım dili yaratmakta olduğundan, Şenel konu ve içerikte yalını yakaladığından, entelektüel kaliteden ödün vermemek üzere, “herkesin okuyabileceği” ve her okuyanın anlayabileceği durulukta bir Türkçeyle, deyim yerindeyse akıları provoke ediyor.

Çağımızda ve günümüzde bilimler, bir bakıma haklı olarak, insanı, toplumu ve dünyayı parçalara ayırarak analiz etmektedir. Bunun nedenlerini bilim insanlarına bırakalım; böyle olunca da olay ve olgular bütünlüklü açıklamasını bulamıyor. Sosyal bilimler için de geçerli olan bu anlayış İnsanlık Tarihi ile aşılmaya çalışılıyor. Çünkü İnsanlık Tarihi, sosyoloji, tarih, arkeoloji, antropoloji hatta fizik bilimlerinin verilerini işe yarattığı gibi onların bakış açısını da içerecek yöntemlerle nesneleştirme etkinliğinde bulunuyor. Böyle olunca saptanan sorunsal da hiç bir sorunu dışta/boşta bırakmamak üzere, her sorunun yanıtlandığı, her yanıtın tutarlı hale geldiği kapsamlı ve kuşatıcı bir eser ortaya çıkıyor.

Genelleme yaparak ve de klişeleşmiş bir üslupla söylendiği gibi okumaya, eğitime, dolayısıyla felsefeye, bilime, sanata ve siyasete dikkat çekenlerden de, “her şeyin başı okumaktır” diyenlerden de değilim. Neyin okunacağı, hangi siyasete ve sanata önem verileceği, nasıl bir felsefenin ve bilimin söz konusu olduğu, hangi tür kitapların okunması gerektiği soruları asıl anlamlı olan sorulardır. Özellikle günümüzde sınıf mücadelesinin ideolojik planda da çok büyük boyutlarda sürdürüldüğü düşünülürse bu sorular, sanıldığından da merkezi sorular haline gelir. İşte İnsanlık Tarihi adlı kitap, bu kuşku içeren sorulara emekçi sınıflar cephesinden olumlu yanıtlar veren bir çalışma olarak dikkatimizi çekmektedir. Yapılmadığını varsayarak söylüyorum, orta öğretimde, üniversitelerde ders kitabı olarak okutulsa hatta akademisyenlerin çalışma masalarında da muhakkak yer alabilse, sanırım düşünce dünyamızda birçok şey daha farklı olabilir.

Paylaş

Yorumlar kapatıldı.