Mehmet Akkaya
“Kimse kitap okumuyor” gibi klişeler eksik olmasa da çevremde kitap yayınları sürekli artıyor. Belki de ben öyle algılıyorum. Bu yayınların birçoğu bana da ulaşıyor. Çoğunuzun bildiği gibi bunların bir kısmıyla ilgili tanıtım, eleştiri, analiz ve yorumlar da yapıyorum. Şimdilerde bir çalışma daha okuyucuyla buluştu. Kitap, Türkiye devrim tarihinde Partizan olarak bilinen siyasal hareketin tarihinden bir kesiti okuyucu ile paylaşmış durumda (Partizan Geleneği, 1972 – 1980, Onur Vakfı Yayınları, İstanbul, 2025). Onur Vakfı, Partizan geleneğini tanıtırken kendine özgü bir inceleme yöntemi ve tarih anlayışı benimsemiş gibi görünüyor. Buna birinci ayrım noktası denilebilir. İkincisi, yazılı tarih yerine sözlü tarih tekniği etkili kılınmış. Üçüncüsü kitapta, Partizan’ın bütün tarihi yerine “kuruluş yılları” olarak değerlendirilen ilk 8 – 10 yıllık sürece projeksiyon tutuluyor. Dördüncüsü “düz bir anlatım” yerine sorunsallar, yani temalar üzerinden yürüyen bir anlatım tercih edilmiş. Beşincisi çalışmanın “akademik titizlikle” yapıldığı anlaşılıyor. Altıncısı, belki de en önemlisi dönemin aktivistlerinin, Partizan’ın etkinliklerini ilk ağızdan dile getirmeleridir. Bu yüzden de çalışmaya Partizan’ın sosyalist sözlü tarihi demek hiç de yanlış olmaz.

Sol / Sosyalist Sözlü Tarih
Kitap bağlamında baştan söylenmesi gereken, canlı tanıkların verdiği canlı bilgilerin, özellikle ezilenlerin tarihi bakımından son derece özgünlük ve önem arz etmesidir. Danışman ve editörlerin de belirttiği gibi “sol sözlü tarih” tekniğiyle yapılmış ve yazılmış bir çalışma şüphesiz ki devrimci bir değer taşımaktadır. Bu şekliyle kitap, daha geniş bir projenin bir girişi olarak düşünüldüğünde, çalışmanın değerinin daha da artacağı muhakkaktır. Bununla birlikte sanırım şu soruyu soracak okurlar da olacaktır: Partizan gibi devrimci bir gelenek üzerine yapılan çalışmanın “akademik kriterler” içinde yapılmış olması ne kadar anlamlıdır? Danışmanlar içinde Şükrü Aslan’ın, gelenekle yakınlığı bilindiği için ve ayrıca yazdığı nispeten uzun makalede içeriğe ilişkin zengin bir bilgi ilettiğinden dolayı isabetli olduğu açıktır. Öte yandan diğer iki danışmanın metinleri, kendi özgülünde “çok değerli” olmakla birlikte kitabın özüyle bütünleşip bütünleşmediği ciddi bir tartışma konusudur.
Trakya’dan Siverek’e Partizan
Kitabı yakından incelemek üzere onun içinde kısa bir gezinti yapanlar, içeriğe dair pek çok sonuç çıkarmış olacaklardır. Bunların bir kısmını burada ben de paylaşmak istiyorum. Sunum ve sözlü ifadelere bakıldığında Partizan geleneği deyince 1970’li yıllarda temelleri atılan, daha ziyade İbrahim Kaypakkaya ismiyle anılan sol, devrimci ve Marksist bir ihtilalci hareket akla gelir. Malatya, Dersim, Urfa, Elazığ, Adıyaman, Çorum, Kayseri, Aydın, Söke deyince de öncelikle akla gelecek devrimci gelenek Partizan’dır. Yine kitaptaki içeriğe göre İstanbul, İzmir, Ankara’nın 1970’li ve 80’li yıllarını anımsayanlar, gecekondu direnişlerinde, fabrika işgali ve işçi grevlerinde de onun adını mutlaka okuyacaktır. Trakya’dan Siverek ve Dersim’e kadar birçok yerdeki toprak işgallerinde de Partizan’ın imzası vardır.
Çapa Yüksek Öğretmen Okulu
Sözlü mülakat verenlerin, bir kısmının, anılan zaman diliminde üniversite öğrencisi oldukları anlaşılıyor. Bunların verdikleri sözlü ifadelere bakılırsa yüzünü üniversite, yüksek okul, lise ve özellikle de Çapa Yüksek Öğretmen Okulu gibi eğitim kurumlarına çevirenler, çoğunlukla Partizan geleneğiyle karşılaşır. Kitapta verilen bilgilere bakılırsa geleneğin temellerini atan yedi kişiden dördü Çapa kökenlidir. Bunlar İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu, Ali Taşyapan ve Arslan Kılıç’tır. Diğer üç kişi ise Cem Somel, Ali Mercan ile Almanyalı Kadir’dir. Ayrıca geleneğin Hikmet Şenses, İrfan Çelik ve daha birçok kadrosunun da Çapa kökenli olduğu biliniyor. Kaypakkaya’nın Çapa yıllarındaki öğrenciliğine tanık olanların verdikleri sözlü tarih bilgileri içinde “yeni” bilgiler de söz konusudur. Kaypakkaya’nın yalnızca politik bir aktivist değil, aynı zamanda matematikçi, fizikçi, müzisyen, şair, güreşçi, ayrıca Türk dili ve edebiyatı konusunda özgün görüşleri olan birisi olduğu ifade edilmektedir.
Partizan geleneğinin hem kuruluş yılları hem de sonraki süreçteki siyasal faaliyetleri söz konusu olduğunda hapishane direnişleri ve bilhassa hapishane firarları da mutlaka akla gelir. Yani zindanların yazılı veya sözlü tarihi söz konusu olduğunda da Partizan adına muhakkak rastlanacaktır. Döneme ilişkin kitapta yer alan, basın yayın organlarındaki görseller de bunu doğrulamaktadır. Kitabın altını çizdiği gibi Partizan, 1972’de İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun öncülük ettiği yedi kişilik, öğrenci kökenli bir kadro ve komünist tarafından kurulan gizli örgüt ve partinin görüşlerine paralel olarak var olan yasal, demokratik alandaki isimdir.
Halen Partizan ismiyle veya onun önüne arkasına eklenen çeşitli sıfat ve isimlerle devam eden devrimci gruplar vardır. Ortak bir isim olmasından ve elli yıllık bir sürece yayılmış olduğundan dolayı “gelenek” teriminin uygun görülmesi makuldur. Kaldı ki Partizan geleneği adlandırması konusunda, hem hareketin birincil dereceden ilgilileri hem de Türkiye kamuoyu (Kürdistan, Avrupa, Ortadoğu) hemfikirdir. Geleneğin kendisini komünist bir proletarya hareketi olarak görmesi, oysa üniversite öğrencileri tarafından kurulmuş olması, önemli bir paradoks olarak görülüyor. Bunun farkında olan anlatıcılar, belki de bu paradoksu çözmek üzere şu açıklamayı yapmışlardır: “Dünyadaki pek çok deneyimde, muhalif toplumsal hareketlerin başlatıcı dinamiğinin özellikle yüksek okul öğrencileri olduğu üzerine yaygın bir kanı vardır. Muhalif politik örgütlerin kurucu aktörlerinin çoğunlukla öğrenci hareketi içinden çıkması bunu güçlendirir.” (Age, S. 268).
Halkın Gücü’nden Partizan’a…
Kitaptaki bilgilere göre Partizan, Haziran 1978’de yayın hayatına başlayan “kitle yayın organı”nın adından geliyor. Belki dünya devrim tarihinde de böyledir ama Türkiye’nin sol, komünist tarihinde böyle bir gelenek olduğu kesindir. Birçok devrimci örgüt ve parti, dergi isimleriyle de tanınmaktadır. Bu durum Partizan için daha da baskın bir kültür haline gelmiştir. 1940’lı yıllarda, evrensel planda varlığını sürdüren partizanlardan esinlenerek ortaya çıkan bir kavram. Yani gelenek Partizan adını, Nazım Hikmet’in şiirler de yazdığı bu partizanlardan alıyor. Kaynak kişilerin bildirdiğine göre Partizan öncesinde Halkın Gücü adlı bir dergi düşünülüyor. Daha sonra, görüş değişikliğine gidilerek Partizan isminde karar kılınıyor.
Yine kaynak kişilerin belirttiğine göre yayın çıkarma noktasında son derece zengin bir gelenekten söz edilmektedir. Halkın Gücü ve bölgesel olarak çıkarılan Kızıl Yol dergisi yanında İşçi – Köylü Kurtuluşu, Birlik, Avrupa’da yayınlanan Mücadele gibi dergiler de söz konusu ediliyor. Geleneğin, kırsal yaşama, feodal üretim ilişkilerine, köylü sınıfına merakından dolayı İşçi – Köylü adıyla çıkarılan yayınların tarihi 1970’li yıllarda başlıyor, 2000 sonlarına kadar sürüyor. Yine sözlü ve yazılı olarak verilen bilgilere bakılırsa Partizan geleneği, özellikle 1970’lerin sonlarına doğru kurduğu çok sayıda yayınevi faaliyetiyle de dikkat çekiyor. Kurucu kadroların, içinde yer aldığı dergiler olarak da Aydınlık Sosyalist Dergi ve Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) gibi yayınlara işaret edilmiş. Dolayısıyla kitap, 1960’lara kadar gerilere giden bir tarihi yansıtmaktadır. Uluslararası ilişkiler bakımından da Partizan geleneğinin, Kuruşçev çizgisindeki Sovyetler Birliği yanlısı değil Mao Zedung çizgisindeki Çin ekolü tarafında yer aldığı işaret ediliyor. Sunum ve kaynak kişilere bakılırsa Partizan’ı, sosyalist devrim çizgisi yerine demokrat halk devrimi çizgisinde görmek gerekiyor.
Aşağıdan Tarih Yazımı
Sözlü tarih çalışmalarını, burjuva – liberal, hakim sınıf tarih çalışmalarına karşı bir tarih anlayışı olarak ele almak yanlış olmaz. Yücel Demirer’in isabetli bir şekilde açıkladığı gibi onu, bir nevi ezilenlerin tarih anlayışı ve “aşağıdan tarih yazımı” olarak düşünmek yanlış değildir. İfade veren sözlü kaynakların, halktan ve örneğimizde olduğu gibi gelenekten kişiler olması, objektiflik ilkesi gereğidir ve elbette çalışmanın bilimselliğini gösterir. Nitekim Gülay Kayacan’ın “proje kapsamında 50 kaynak kişinin görüntü ve ses kaydı yazılı ve sözlü rızaları alınarak derlendi” biçimindeki açıklaması da bu objektiflik ilkesini doğrulamaktadır (Age, S. 137).
Her üç danışmanın konuyu ele alış tarzına genel yönelim olarak sosyoloji yol göstermiş gibi görünüyor. Bu bakış açısının aşılıp siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisinin metodolojisine rastlandığı da söz konusudur. Bu yüzden olsa gerek, 374 sayfalık çalışmanın yarısı, biçimsel ve yöntemsel diyebileceğimiz şekilde önsöz, sunum, yöntem ve kaynakça gibi konularla doldurulmuş! Bu şekliyle kaynak kişilerin sözlü ifadeleri, geri planda kalmış izlenimi vermektedir. Gerçi Vakıf adına yapılan açıklamalara bakılırsa proje devam edecektir. Misal ikinci, üçüncü kitapta benzer önsöz ve yönteme dair açıklamalara lüzum olmayacaktır. Böylece proje, sonraki çalışmalarla birlikte düşünüldüğünde sözünü ettiğim uzun açıklamalar da pozitif bir özelliğe dönüşebilecektir.
On Kişilik Saha Ekibi
Kitabın ilk yarısında biçimsel diyebileceğimiz detaylar geniş yer kaplıyor. Kitaptaki bu “tefarruatın” nedenini, çalışmanın arka planını oluşturan ayrıntılarda bulmak mümkündür. Çalışma, yaklaşık olarak on yıl evvel (2016) Onur Vakfı’nın sözlü tarih atölyesinde başlamış. On kişilik saha ekibi belirlenmiş. Yani canlı, sözlü görüşmeleri yapacak ekipten söz ediyorum. Gönüllülerden oluşan saha ekibi içinde yalnızca dört kişinin gerekli tekniği, yeteneği ve yeterliliği öğrenerek çekimlere, kayıtlara başlama düzeyine geldiği anlaşılıyor. Saha ekibinin de Partizan geleneği içinden kişiler olduğunu varsayıyorum. Bu durum, görüşme, buluşma ve diyaloglarda işlevsel olmuş olabilir. Meral Nergis Şahin, Sedat Odabaş, Devim Gece ve Özer İnal’dan oluşan saha ekibinin anlatımları da kitaba ayrı bir değer katmıştır.
Partizan Geleneği ve İhbarcılar
Saha ekibinin edindiği sözlü bilgilere göre Partizan geleneğinin, İstanbul’dan Dersim’e, Zonguldak’tan Bitlis’e ve Kars’a, Uşak’tan Antep ve Siverek’e kadar Anadolu’nun bütün il, ilçe ve köylerine kadar izini sürmek mümkündür. Kaynak kişilerin verdiği bilgiler de bunları doğruluyor. Kamuoyunda, birincil şahıslar dışındaki kesimlerin bilmediği yayın organları, hapishane direnişleri, yoksullara ev yapma, köylüye toprak dağıtma, öğrencilere önderlik etme, bağımsız sendika kurma faaliyetlerinin içeriğini ve detaylarını öğreniyoruz. Keza devrimci eylem ve silahlı saldırıların izini sürmek, ihbarcıların cezalandırılması, demokratik kitle örgütlerinin kurulması gibi tarihi tecrübeler de ortaya çıkmış oluyor. Bunların kayıt altına alınıp yeni kuşaklar için tarihsel belgelere dönüştürülmesi son derece önemlidir. Birincil kişilerden alınan enformasyon, tarihsel belge değeri kazanacağı için hem Partizan’ın faaliyetlerini efsane olmaktan çıkartacak hem de bu belgeler egemen sınıfların yok saymasına karşı devrimci bir direnç anlamına gelecektir. Nitekim bu durumu ve taşınan kaygıyı, Ahmet Cihan’ın “Görünmeyen bir tarihi görünür kılma çabası” başlıklı yazısından da anlamış oluyoruz (Age, S. 19).
Kaynak Kişiler ve Otosansür
Kısa adıyla “Partizan Geleneği” biçiminde yayınlanmış olan bu eserdeki içeriklerde sıklıkla bir derinlik ve genişlik kendini belli etse de bazen duygu ve heyecan, dolayısıyla içerik zayıflığı gibi bir algı da oluşuyor. Kitabın özüne, dokusuna ve amacına uygun metinler arasında Ahmet Cihan’ın metnini sayabiliriz. Keza yukarıda da işaret edildiği gibi Şükrü Aslan’ın metni de eseri amacına yaklaştıran bir işlev görmektedir. Kaynak kişiler içinde beni en çok ilgilendiren Muzaffer Oruçoğlu’nun söyledikleri oldu. Aynı kısımda Ali Taşyapan’dan da yararlanıldığı anlaşılıyor. Bu noktada, Oruçoğlu ile görüşen kişinin kim olduğu sorusu akla gelebilir. Bu kişinin Şükrü Aslan olduğunu görüyoruz. Bu kısımda geleneğe ilişkin epeyce bir politik içerik üretildiğini tespit etmek zor olmuyor.
Parti’nin ne zaman ve nerede kurulduğu açıklanırken ordu’nun inşasına ilişkin de içerikler üretildiği görülüyor. Bana göre eserin en güçlü olduğu kısım burasıdır denilebilir. Aynı güç, enerji, içerik ve coşkuyu asıl faaliyetçilerin, yani eski kadroların sunumlarında göremiyoruz. Bu durum saha ekibinin acemiliği ile ilgili olabilir mi? Sanmıyorum. Bu noktayı anlamak için saha ekibinden Devim Gece’nin yazdıkları son derece öğretici bir özellik taşımaktadır. Devim’e göre kaynak kişiler, buluşma sırasında, çay kahve içerken oldukça rahat, akıcı, duygulu ve coşkulu konuştukları halde kamera açıldığında veyahut kayıt başladığında bu sıcak ve coşkulu ruh hallerini kaybediyor ve daha monoton bir özelliğe bürünüyorlar. Devim’e bakılırsa kaynak kişilerde bir tür “otosansür” eğilimi kendini belli ediyor (Age, S. 168-169).
Geleneğin “Büyük” İsimleri
Görüldüğü gibi kitap, geniş bir projenin ürünü olarak çok yazarlı, kolektif bir çalışma olarak ortaya konulmuş. Yeni, geniş ve kapsamlı bir çalışma olmasından dolayı bazı eksikler içermesi doğaldır. Bu durumun gerekçelerini gerek danışmanların gerekse de saha ekibinin açıklamalarından da öğreniyoruz. Birçok kadro ve aktivistin görüşme önerisini kabul etmediği, kabul edenler arasında da iptallerin olduğu belirtiliyor. Keza röportaj veren kimi kadroların, daha sonrasında röportajı geri çektiği de not edilmiş durumda. Daha da önemlisi, eldeki kitabın projeye ait ilk çalışması olduğu söyleniyor ki, eksiklerin sonraki çalışmalarla birlikte aşılacağı varsayılabilir. Böylece Partizan geleneğinin “büyük isimleri” olarak bilinen pek çok kadro ve aktivistin, neden kitapta yer almadığının da yanıtı verilmiş oluyor. Yine de geleneğin içinden ve dışından, okurların aradığı pek çok “tanınmış kişi”nin kitapta yer aldığı görülmektedir.
Partizan ve Kızıl Sendikacılık
Çalışmanın tam adı Türkiye Sosyalist Hareketinde Partizan Geleneği (1972 – 1980) olarak düşünülmüş. Ayrıca küçük puntolarla yazılmış bir alt başlığa da yer verildiği görülüyor: Bir Sözlü Tarih Çalışması. Önsöz, sunum ve açıklamalar sırasında “belleklerdeki Partizan” ifadesinin de sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Kitapta, kuruluş yıllarıyla birlikte 50 yıllık, yarım asırlık bir devrimci hareketin sözlü tarihi hedeflenmiş. Türkiye, Kürdistan, Avrupa ve Ortadoğu’da tanınmış, etki bırakmış bir hareket konu ediliyor. Bine yakın, üye, kadro ve taraftarını kaybetmiş ender örgütlerden birisi olduğu ileri sürülüyor. Ülke ve dünya çapında tanınmış isimlerin bu harekette yer aldığı biliniyor. Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Taşyapan’ı yukarıda anmıştım. Ayrıca Muzaffer Öztürk, Feridun Berkin, Osman Uludağ, Süleyman Yeşil, Hikmet Şenses, Seza Mis, Memik Horuz, Davut Kurun, Serdar Can, İsmail Göksu, Hanifi Güleryüzlü ve daha birçok isim eserde yer buluyor. Merak edenler için özet, tema ve ilke düzeyinde, bu isimlerin verdikleri içeriklere de kısaca temas etmek istiyorum.
Serdar Can, toprak sorununa dikkat çeken bir beyanat vermiş. Diyarbakır’da köylülerin lehine olmak üzere bir grup silahlı militan ile soruna müdahale edildiğine dikkat çekiyor ki silahlı mücadele, Partizan geleneği için merkezi bir problematik olarak biliniyor. Süleyman Yeşil, hapishanenin zor koşullarında dini inancı olan kişilere bile saygı gösteren bir gelenekten söz ediyor. Seza Mis için cuntanın zindanlarında pişmanlık dayatmaları, işkenceye eşlik eden bir politika olarak karşımıza çıkıyor. Feridun Berkin içinse kurulan hapishane komünleri tutsaklara moral ve motivasyon veriyordu. Hapishaneler konusunda hemen hemen hepsi “tecrübeli” olan konuşmacıların zindanları “okul” olarak değerlendirdikleri görülüyor. Şenses’in kendine dair söyledikleri olsun, Partizan ile ilişkilenme süreci olsun oldukça ilgi çekici bir bilgilendirme olarak yer almaktadır. Namazında niyazında olan bir üniversiteliden, bir komünist militana giden yolculuğu izliyoruz.
Partizan ve Konut Sorunu
Partizan geleneği, 1970’lerin şartlarında devrimin ideolojik önderliğini Türkiye ve Kürdistan proletaryasında görse de temel güç olarak köylülüğü merkeze alan bir devrimci örgüt olarak bilinir. Yine de kaynak kişilerin belirttiğine bakılırsa fabrika çalışmalarında ve sendikal mücadelede özgün bir yerde durduğu anlaşılıyor. Örneğin işçi çalışmaları bağlamında Muzaffer Bal’ın söyledikleri başlıbaşına bir konuyu teşkil ediyor. İleri Maden İş Sendikası’nın nasıl kurulduğu, “Kızıl Sendikacılık” anlayışına bağlı olarak açıklanıyor. Ümraniye ve Gazi mahallesi gibi semtler üzerinden gecekondu sorununu da Hanifi Güleryüzlü açıklıyor. Böylece Partizan’ın o günkü koşullarda özellikle kentlerde, emekçilerin konut sorununa ilişkin yaklaşımı da açığa çıkmış oluyor.
Gecekondu tarzında da olsa Partizan’ın, konut sorununa müdahale ederken bilhassa mimarlık ve mühendislik bölümlerinde okuyan üniversite gençliğinden yararlandığı anlaşılmaktadır. Zeynel Demirçivi’nin verdiği sözlü tarih bilgisiyle birlikte Partizan’ın demokratik kitle dernekleri ile kurduğu ilişki de bir başka özgünlük olarak açığa çıkıyor. Kaynak kişi, konuşmasında “Hamallar Derneği”ni nasıl kurduklarını açıklıyor (Age, S. 200). Mehmet Çetin ise geleneğin gençlik örgütü olan Devrimci Gençlik Derneği’nin hangi koşullarda ve nasıl kurulduğuna dair açıklama getirerek hareketin gençliği ele alış tarzının altını çiziyor.
Devrimci Ozanlar (Dev – Oz)
Partizan geleneğinde halk ozanlarının merkezi bir önemi olduğu biliniyor. Kır / köy kaynaklı olmaktan dolayı ozanlık geleneğinin sınıf mücadelesi ile bağını kurmak da zor olmuyor. Halen Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının tanıdığı ve izlediği Ozan Emekçi ve Ferhat Tunç gibi simaların, toplum üzerindeki etkisi bilinmektedir. Kitapta, Partizan geleneği içinde görülen Mehmet Koç, Şah Turna, Ozan Ferhat, Garip Şahin, Ozan Rençber, Abuzer Karakoç gibi isimler de sıralanmış. Özel olarak yine bu geleneğin ozanlarından Haydar Erdoğan ile yapılmış mülakat sonuçları görülüyor. Geleneğin kültür ve sanata ilgisinin sınıf mücadelesine ve geleneğin direniş çizgisine uygun olarak varlık kazandığı da belirtilmektedir. Bu anlayışa göre nasıl ki sınıf örgütlü olmak durumundaysa sanat ve ozanlar cephesi de örgütlü olmalıdır. Kısa adı Dev – Oz olan Devrimci Ozanlar Grubu, Partizan geleneğinin kültür – sanat cephesindeki yapılarından birini temsil ediyor. Burada da benzer bir eksiklik hissediliyor denilebilir. Zira onlarca ozan, müzisyen ve sanatçıdan söz edildiği halde yalnızca Haydar Erdoğan ile görüşme yapmakla yetinilmiş (Age, S. 358).
Faşist Diktatörlük ve Ulusal Sorun
Partizan Geleneği adlı kitap, geleneği hem pratik yönüyle hem de teorik açıdan yansıtma amacı güdüyor. Pratiğe ilişkin epeyce bilgilendirme yapıldığı kanaatindeyim. Teorik boyut derken de örgütün bilhassa Kemalizmi, askeri faşist diktatörlük olarak değerlendirmesi ve ulusal sorundaki radikalliği kastediliyor. Bilindiği gibi Partizan geleneği, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerine bağlı olarak ulusların kendi kaderini tayın hakkını ve dolayısıyla Kürtler’in ayrı devlet kurma hakkını savunuyor. Bu iki tez, çalışma boyunca sunumlarda ve kaynak kişilerin beyanlarında çokça yer almaktadır. Şöyle söyleniyor: “Geleneğin politik ve örgütsel inşasında bir başka önemli dinamik de Türkiye sosyalist hareketinde ilk kez net bir Kemalizm eleştirisini yapmış olmasıdır (…) Geleneğin ‘milli mesele’ konusunda ortaya koyduğu görüşler de Türkiye sosyalist hareketi için bir ilk olmuştur.” (Age, S. 368).
Eldeki kitap, Türkiye sosyalist hareketinin tarihine odaklanmış olmakla birlikte daha geniş ve derin özellikler de ortaya çıkarmıştır. Ülkemizin son 50 – 60 yılının siyasal, iktisadi ve sosyal niteliğini de deşifre ettiği açıktır. Her ne kadar projeksiyonlar Partizan geleneğinin üzerine tutulmuş olsa da, kaynak kişilerin açıklamaları neticesinde konu diğer sol, devrimci, Marksist hareketlere ilişkin de içerikler taşımaktadır. Geleneğin bu yapılara karşı hangi koşullarda mesafeli durduğu, kimlerle hangi koşullarda ittifaklar ve eylem birlikleri anlamına gelecek ilişkiler kurduğu da betimleniyor. Mesela hapishanelerde Partizan komünü ile birlikte Eylem Birliği komünü, Halkın Kurtuluşu komünü, Halkın Yolu komünü ve Dev – yol komünleri olduğu, bunlarla çoğu zaman ittifaklar kurulduğu da anlaşılıyor (Age, S. 321).
Fabrika çalışması, sendikal mücadele ve şiddet eylemlerinde dönemin sol, sosyalist, radikal örgütleri ile olan diyaloglar, gerilimler ve eylem birliklerinin de olduğu işaret edilmektedir. Bu hukuk, kendini kitlesel gösterilerde de belli etmiştir. Neticede 1 Mayıs gibi kitlesel gösterilerde nasıl bir politika gizlendiği, hangi duruşların ve pratiklerin sergilendiği de ifade edilmiştir. Maraş katliamının protesto edildiği gösterilere ve 18 Mayıs’ta Çorum’daki Kaypakkaya anmalarına da yer verildiği anlaşılıyor. Kitap, yeni kuşaklara Partizan geleneğini anlatmakta son derece önemli bir işlev görecektir. Bunu saha ekibinin ifadeleri de doğrulamaktadır.
Partizan’ın Parçalı Yapısı
Vakıf Başkanı Kemal Yılmaz’ın da belirttiği gibi kitapta sekiz kategori söz konusu ediliyor. Sorular ve yanıtlar bu çerçevede gerçekleşmiş. Bunları kısaltarak söylersek; fabrikalar, dernekler, yürüyüşler, üniversiteler, toprak sorunu, gecekondu mahalleleri, ozanlar grubu ve hapishaneler şeklinde sıralayabiliriz. Bunlara bir de “Yurtdışı ve enternasyonal ilişkilerde Partizan geleneği” teması eklenebilirdi. Çünkü Osman Uludağ, Hikmet Özpolat ve Mahir Konuk’un Almanya ve Fransa merkezli açıklamaları konunun özgünlüğünü işaret etmektedir. Kaynak kişilerin verdikleri mülakata bakılırsa Partizan geleneğinin Avrupa’da özellikle işçi ve öğrenci örgütlenmesinde hatırı sayılır bir kitlesi ve politik faaliyeti bulunmaktadır. Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu ve Mücadele isimli örgüt ve yayınlar, ayrı bir temanın da uygun olacağının göstergesidir. Avrupa merkezli pek çok görselin de kitapta yer alması manidardır.
Her ne kadar “gelenek” deyince homojen bir bütün belleklere gelmiş olsa da Partizan’ın kuruluşundan beri parçalı bir görünüm sunduğu da bir realite. Konunun ayrıntısını bir yana bırakarak söyleyecek olursak parçalı olma, gelenekten ayrı düşme gibi olgular, kaynak kişilerin öznel düşünmesine neden olabilir. Kaldı ki sözlü tarih çalışmalarında deneyimli olan danışmanların da çok iyi bileceği gibi sözlü tarih çalışmasının, bütün muhalif ve devrimci yanına rağmen bir sübjektivite boyutunun olduğu da, her zaman bilinir ve göz önünde bulundurulur. Bunun önemli bir nedeni “unutma” ve unuttuğu yerleri “mantıkla” ya da kendince uydurarak doldurma ihtimalinin varlığıdır. Sınırlı da olsa, kitaptaki kimi anlatımlarda bunun izleri görülebiliyor. Misal kaynak kişilerden eski bir kadro, Partizan dergisinin 1978 yılının başında yayımlandığını söylüyor ki gerçekte bu yayının Haziran ayında, yani yılın ortasında çıkmaya başladığı besbelli bir gerçektir.
Öte yandan bu iyi niyetli izlere rağmen gelenekten ayrı düşmüş veya geleneğin bir dönemine veyahut da belirli kadrolarına karşı tamamen saldırgan haline gelmiş kişilere karşı da mesafeli olmak gerekebilir. Eldeki çalışmada bunun da izlerine rastlamak mümkündür. Dolayısıyla salt nesnellik adına veya akademik kriterler gereği öznel kaynaklara ve şüpheli kaynak kişilere de “eşit” mesafede olma, çalışmayı amacından uzaklaştırabilir. Bunlardan ilkinin bilmeyerek ikinci kategoride ise geleneğin tarihini, bilerek çarpıtma riski söz konusu olabilir. Sözlü tarih projesinin amacına uygun olarak yürümesi için öznellik ve kuşku noktalarına gerekli hassasiyetin gösterilmesi bir öneridir.
Yorumlar kapatıldı.