5 Mart 1871’de Paris Komünü’nün dünyayı selamlamaya başladığı günlerde açılan Rosa’nın gözleri, kendince ana eksenini çizdiği gerçek bir Marksist Parti yaratıp, gözlerini nihayet uç vermeye başlayan Alman Devrimi’ne dikmişken kapandı. Ancak O’nu ve düşüncelerini yok ettiğini düşünüp derin bir nefes alan burjuvazi yanıldı.
Burada yatıyor gömülü
Rosa Luxemburg
Polonyalı bir Yahudi
Öncü savaşçısı Alman işçisinin.
Buyruğu ile Alman ezenlerin
Öldürüldü. Ezilenler
Gömün bölünmüşlüğünüzü.”
Bertolt Brecht
İkinci Enternasyonal’in gözbebeği olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) 4 Ağustos 1914’te hükümetin savaş kararını onayınca, sol kanat temsilcilerinden Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’e, ayrılıp “Spartaküs Hareketi”ni kurmaktan ve Alman işçi sınıfı içinde radikal sosyalist çalışmalar yürüterek devrimci ayaklanmalar örgütlemekten başka bir yol kalmamıştı. Rosa’ya göre savaş kararını onayladığı günden itibaren SPD “kokuşmuş bir ceset”ten başka bir şey değildi, onlarla aynı havayı teneffüs etmek bile zulümdü.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik ve yaralı çıkan 1918 Almanya’sında sosyal demokratlara karşı kaçınılmaz olarak büyük bir hoşnutsuzluk baş göstermişti. Spartaküs Hareketi önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, aralık ayında Alman Komünist Partisi’ni kurarak, Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, tekelci burjuvazinin doymak bilmeyen isteklerine karşı Alman halkını, gösterdiği hoşnutsuzluğu sosyalist devrim temelinde örgütleyerek ayaklanmaya çağırmışlardı.
Alman Sosyal Demokratların cevabı ise, faşist milisler (Freikorp’lar) aracılığıyla bu ayaklanmayı kanla bastırmak oldu.
Artık Berlin’i sarsan 5-15 Ocak 1919 ayaklanmasının son günleriydi.
9 Kasım 1918’de başlayan ve iki ay boyunca ülkeyi baştan başa saran görülmemiş boyuttaki başkaldırının yavaş yavaş sonuna yaklaşılıyordu.
İki ay boyunca sokakları hareketlendiren kalabalıklardan, kitle gösterilerinden, toplantılardan eser kalmamıştı.
Onlarca devrimci işçi önderinin kurşuna dizildiğinden, yüzlercesinin tutuklandığından bahsediliyordu.
Basında yoğun bir karalama furyası başlatılmış, başkaldırının sorumluluğunu Spartaküs Ayaklanmasının önderlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e yükleyen yazıların ardı arkası kesilmiyordu.
Başlarına ödüller konulmuştu, her yerde aranıyorlardı.
İkisi de yakalanmamak için her gece bir evden başka bir eve geçip yer değiştiriyordu.
Ama Karl’ın “Kızıl Bayrak” gazetesinin son sayısındaki son yazısına attığı başlıktaki gibi “Her Şeye Rağmen” görevlerinin başındaydılar.
“Biz kaçmadık, yenilmedik” diye başlıyordu Karl bu yazısına.“Çünkü Spartaküs; proleter devrimin ateşi ve ruhu, kalbi ve beyni, iradesi ve yaptıkları demektir. Çünkü Spartaküs; bütün başarı özlemlerinden, sınıf bilinçli proletaryanın savaşta aldığı bütün kararlardan yanadır. Hepsi başarılıncaya dek hayatta kalalım ya da kalmayalım, programımız yaşayacaktır; özgür halklar dünyasına egemen olacaktır.” (Peter Nettl, Rosa Luxemburg, Ataol Yayınları)
Aynı gazetenin sütunlarında “Burjuva Düzen”inin egemenliğine saldırıyordu Rosa. Sivri uçlu kaleminin keskin diliyle, “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısında bütün vahşilikleri, baskı ve zulmüyle burjuva düzenini yıkmayı hedefleyen içerikleri sıralayarak, Devrimci Proletaryanın savaşın ortasındayken bile, karşıdevrimin savaş çığlıkları arasında yaşanılan olayları “tarihin terazisinde” ölçerek muhasebesini yapmak zorunda olduğundan bahsediyordu. Sadece tarihin terazisinde, başka bir terazide değil.
Kazanımlarına yapışıp kalmamak devrimin iç yasalarından biridir Rosa’ya göre. En iyi savunmadır saldırı. Karşıdevrimin azgın saldırılarını karşı çıkmak “onur”dur; bu onurlu kavgada kaçınılmaz olan her yenilgi de nihai zafere giden yolun kilometre taşlarını oluşturur; yenilgiden zafere koşmak isteyenlere.
“Kitlelerin durumu zayıftı; bu yenilgiyi, uluslararası sosyalizmin kuvveti ve onuru olan tarihsel savaşlar zincirine bağladılar. Bunun içindir ki gelecekteki zafer bu ‘yenilgi’den çiçek açacaktır. Berlin’de düzen hüküm sürüyor. Sizi budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleri arasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır: BURADAYDIM, BURADAYIM, HEP BURADA OLACAĞIM!”
Boşuna çıkmamıştı adı “Kızıl Rosa”ya hem dostları hem de düşmanları arasında. Yargılandığı davalardaki iddianamelerde bile böyle betimliyordu savcılar onu.
***
15 Ocak akşam saat dokuza doğru gizlendikleri evin kapısı çalındığında, sürekli rahatsız olduğu baş ağrıları nedeniyle çekildiği odasında dinleniyordu Rosa. Evde, ev sahipleri dışında, onlara sahte belgeleri ve parti merkezinden son haberleri getirmiş olan bir yoldaşı daha bulunuyordu.
Askerlerin sesini duyunca odasından çıktı; yanakları çökmüş, gözlerinin altı morarmış, bitkin bir haldeydi. Günlerdir süren sürek avı onu iyice yıpratmıştı. Daha üç hafta önce, 25 Aralık 1918’de dostu Clara Zetkin’e yazdığı mektupta; katillerin peşinde olduğunu, resmi kaynaklardan kendisi ve Karl Liebknecht’i evlerinde uyumamaları gerektiği konusunda “acil” uyarılar aldığını yazmaktaydı. Eylem sırasında öldürülme olasılığını bilinçle kabullense bile, Rosa gerçek bir eylem kadınıydı, eylem alanlarında kitlelerle kol kola olmalıydı. Böyle gizli saklı yaşam ona göre değildi.
Saklandığı evi basan askerler karşısında kimliğini inkâr edip sahte bilgi vermeden, küçük bir bavul hazırlamaya başladı. Nasıl olsa gelenler kimi niçin almaya geldiklerinin bilincindeydi. O da iradesini toparlayıp, “karşılaşmaya” hazırlanmalıydı. Birkaç kitap, birkaç kıyafet. Bu sefer ne kadar hapiste kalacağı hiç belli olmazdı.
Sahi bu kaçıncı hapisliği olacaktı?
1904 yılının temmuz ayında, Amsterdam’da yapılan İkinci Enternasyonal Kongresi’ne katıldıktan sonra, Almanya’ya döndüğünde tanışmıştı ilk mahpusluk yaşamıyla.
Kıran kırana tartışmalarla geçen Kongre; sonuçta Jaurès’ye karşı Alman ilkelerinin zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu sonuçta Rosa’nın payı azımsanmayacak kadar çoktu. Gerek yazdığı sayfalarca yazılarda gerekse yaptığı ateşli konuşmalarla revizyonizme karşı cepheden saldırıya geçmişti.
Tek kadın olarak katılmıştı Rosa bu Kongre’ye. Çok sayıda yaşlı ve çoğu sakallı erkek arasında, kısacık boyu, ufak tefek ve çelimsiz yapısıyla öylesine dikkat çekiyordu ki. Sadece tipi değildi tabiî dikkat çeken: Örgütçülüğü, polemikçiliği, hatipliği, dayanışmacılığıyla da diğerlerinden ayrılıyordu. Hele hele konuşma sırasında uyandırdığı hayranlık, Rosa’yı diğerlerinden ayıran en büyük özellikti. Jaurès’nin Fransa adına yaptığı uzun konuşmasında, Kautsky’nin “bayat ve ucuz” kuramları ile Rosa Luxemburg’u alaya alarak sözünü bitirdiğinde, çevresinde söylevini Almancaya çevirecek hiç kimse çıkmamıştı. Salonda büyük bir sessizlik hakimdi. Dinleyiciler, yani erkeklerin hepsi anlamsız gözlerle bön bön bakıyordu. Sessizliğe bürünmüş salonun içinden aniden Rosa’nın sesi yükseldi: “Ben çeviririm”, diye. Kürsüde şaşkın şaşkın duran Jaurès’nin yanına gelerek, söylevinin tamamını, aynı heyecan ve jestlerle ve hatta kendi hakkında yapmış olduğu alaylı söylemi dahil Fransızcadan Almancaya çevirdiğinde, salonda büyük alkış tufanı yaşanmış, Jaurès, Rosa’ya uzun uzun teşekkür etmişti.
Birçok Almandan daha iyi okuyup yazabildiği Almancasının yanında Lehçe, Rusça, Fransızca, İngilizce ve İtalyancayı da anadili gibi bilirdi. Elbette salonda hem Fransızca hem de Almanca bilen “yaşlı” ve “sakallı” erkekler de vardı, ama büyük bir dayanışma ruhu ve kendine olan özgüveniyle tam zamanında öne fırlayıveren de bu ufak tefek kadın olmuştu işte.
Kulaklarındaki alkış sağanağının tınısının yankıları cezaevinin yolu görünmüştü ona Almanya’da. Hakkında verilmiş üç aylık hapis cezası vardı. Gerekçesi: Alman işçilerinin sorunlarını Sosyal Demokratlardan daha iyi anladığını ima eden İmparator 2. Wilhelm’e hakaret etmekti. 1903 seçim kampanyası sırasında yaptığı bir konuşmasında “Alman işçilerinin güvencede olduğundan ve iyi yaşadıklarından söz eden bir adamın asıl gerçekler hakkında bir fikri yoktur” demesi, delil olarak gösterilmişti.
Üç ay hapis yatmayı beklerken, altı hafta sonra 15 Ekim 1904’te, Saksonyalı Kral Friedrich August’un taç giymesi onuruna ilan edilen genel afla salıverilmişti.
Hücresinden çıkar çıkmaz, devrim mücadelesini yükseltmek için grevler ve kitlesel gösterilerle sarsılan Berlin’in yolunu tutmuştu.
Aslında attığı her cesur adım yeni bir tutuklamanın taşlarını döşüyordu.
İkincisi de zaten 1905 Rus Devrimi sırasında olmuştu.
Berlin’de iken almıştı haberi. Tarihe “Kanlı Pazar” ya da “Papaz Gapon” olayı olarak da geçen St. Petersburg’u kan gölüne çeviren olaylar ve bu olaylara karşı Rusya’nın her köşesinden yükselen tepkiler devrimin işaret fişeği gibiydi.
Rusya’da bir hareketlenme olur da Polonya durur muydu? Birkaç gün yetmişti işçilerin öfkelerini kuşanıp sokağa inmesine. İlan edilen olağanüstü haller, kıran kırana çarpışmalar, tutuklamalar, kayıplar…
***
Berlin dar geliyordu Rosa’ya. Gözleri çakmak çakmak, Varşova’ya gitmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Nihayet 28 Aralık 1905 sabahı, Berlin’in Doğu’ya giden garında, bizzat Kautsky tarafından uğurlanıyordu doğup büyüdüğü topraklara.
5 Mart 1871’de bu topraklarda açmıştı dünyaya gözlerini; Polonya’nın güneydoğusundaki verimli tarım arazileri üzerine kurulmuş Zamość şehrinde orta halli, lâik bir Yahudi ailesinde. Dönemin siyasi coğrafyası bugünkünden oldukça farklıydı o günlerde. Polonya; Rusya, Almanya ve Avusturya arasında paylaşılmış durumdaydı. Bu nedenle değil miydi zaten Rosa’nın hem Almanya hem Polonya hem de Rus İşçi Sınıfı Hareketi içindeki varlığı.
Almanca konuşulan bir evde büyümüş, diğer kardeşleri gibi Batı kültürüyle yetişmişti. Babası çocuklarının en iyi eğitimi alması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, bu nedenle Varşova’ya bile taşınmıştı. Rosa bu sırada henüz iki yaşındaydı.
İlk talihsizliği de burada yaşamıştı. Yanlışlıkla “Kemik Tüberkülozu” teşhisi konulan hastalığı ve yapılan yanlış tedavi sonunda hem bir yıl yatağa bağlı kalmış hem de bir bacağı diğerinden kısa kalmıştı.
Belli ki, zorluklar karşısında pes etmemeye daha o yaşlarda başlamıştı Rosa.
Yatağa bağlı kalıp, “ah vah!” edeceğine, kendi kendine okuma yazmayı öğrendi. Okula başladığında yaşıtlarından çok çok ileride idi. Belki de bu sayede, sadece Rus yöneticilerinin kabul edildiği, Yahudiler bir yana Polonyalıların bile zar zor kabul edildiği Kız Lisesi’ne kaydını yaptırabilmişti.
Marks ve Engels’in eserleriyle tanışması da bu lisede olmuştu. Durmadan kendi kendine sorular soruyor ve cevaplarını arıyordu; müthiş bir öğrenme arzusuyla doluydu. Sosyalizmi özümsemek için kapitalizmi incelemek gerekiyordu.
Bunun için de gözlerini üniversiteye dikmişti.
O dönemde de üniversite denilince akla İsviçre geliyordu.
Burada hem daha özgür ve daha sorgulayıcı öğrenim kurumları vardı hem de bu kurumlarda kadın öğrenciler de tıpkı erkek öğrenciler gibi, onların eşiti olarak öğrenim görebiliyorlardı.
1890’da Felsefe bölümüne kayıt yaptırdı. Matematik ve Doğa Bilimi bölümlerinin derslerini takip etti.
İki yıl sonra, felsefeyi bırakıp Hukuk Fakültesi’ne geçti.
Burada ilk görüşte âşık olduğu Leo Jogiches ile tanıştı. O günden sonra da Polonya Sosyal Demokrat Partisi içinde devrimci bir bakış açısını savunmaya başladılar.
Yazmaya teşvik etti Leo, Rosa’yı. Her yazıdan önce tartışıyorlar, ortaya çıkan ortak perspektif üzerinde ustaca geziniyordu Rosa’nın sivri kalemi.
1898’de, Zürih Üniversitesinde “Polonya’nın Sınai Gelişmesi” konulu tezini verdikten bir süre sonra Almanya’ya taşındı. O günden sonra da hep Almanya’da devam etti mücadelesi.
***
Trenden indiğinde, liseden sonra bıraktığı Varşova’yı oldukça değişmiş bulup garipsemişti Rosa.
Şehrin her yanına yoğun bir kasvet havası sinmişti. St. Petersburg’daki genel grev ezilmiş, başta Troçki olmak üzere, Rus liderlerin çoğu tutuklanmıştı. Genel grevin, bir zamanlar oynadığı rolü yitirdiğini düşünüyordu Rosa. Artık sokaklara dökülen genel bir ayaklanma olmadan hiçbir sonuç almak mümkün değildi, onun da zamanını ayarlamak çok önemliydi.
Yılgınlığın değil, büyük umutların büyütülmesi gerektiği günlerdi.
Korkunç bir yoğunlaşma kapasitesiyle durmadan yazmaya başladı.
Çözümleme, açımlama, yazma, basma, dağıtma.
Hepsini kendisi yapıyordu.
Bu arada Çarlık yöneticileri de boş durmuyordu.
Tüm kentlerde tutuklamalar birbirini izliyor, peş peşe idam cezaları veriliyordu. Rosa, Almanya’ya geçiş hazırlıkları yapmaya başlamıştı ki kalmakta olduğu ev basılmış, Jogiches ile birlikte yakalanmıştı.
İkisi de sahte kimliklerini savundular.
Jogiches açısından sorun yoktu, sahte kimliğiyle yatıyordu ancak Çarlık polisi kız kardeşinin evini basıp eski fotoğraflarından birini getirince kimliği açığa çıkmıştı. Birkaç gün sonra tehlikeli politik suçluların tutulduğu bir kaleye kapatıldı.
Günler sonra, ailesi görüşüne gelip de onu çifte tel örgülerle çevrili bir kafesin içinde bulduğunda, şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı. Rosa altı günlük bir açlık grevinin son günündeydi ve o kadar zayıflayıp halsiz düşmüştü ki, kale komutanı onu ziyaret odasına kadar taşımak zorunda kalmıştı.
Yoldaşları bir bildiri yayımlayıp, Rosa’nın başına bir iş gelirse önde gelen yetkililere aynı şekilde misilleme yapacaklarını bildirdiler.
Bütün kötü koşullara rağmen morali oldukça yüksekti ama sağlığı gittikçe bozuluyordu.
Sonunda 8 Temmuz 1906’da kefaletle serbest bırakıldı.
Daha sonraları da birçok defalar gözaltına alınıp tutuklandı.
***
Bir defasında; tam da Clara Zetkin ile birlikte Uluslararası Kadın Konferansına gitmeye hazırlanırken tutuklanmıştı.
Alman polisi her defasında ya bir toplantısını ya da bir konuşmasını bahane edip kapısına dayanıveriyordu.
Bütün baskılara rağmen Rosa ne kalemine ne de diline sansür uyguluyor; aksine sivrilttikçe sivriltiyordu onları.
Oklarının sivri ucunu savaş tehlikesine yöneltiyordu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın arifesi olan 1913 yılının Eylül ayında; Alman işçilerini başka ülkelerinin sınıf kardeşlerine karşı silaha sarılmamaya çağırdı. Halkı itaatsizliğe çağrı yaptığı gerekçesiyle çıkarıldığı mahkemede öyle tutkulu bir savunma yaptı ki ünü tüm ülkeye yayıldı. Çarptırıldığı bir yıllık cezayı henüz temyiz etmişken, yaptığı bir konuşmada Alman subaylarını, askerlere kötü muamele yapmakla suçladı. Anında orduya hakaretten hakkında dava açıldı. Ancak yargılandığı davada, kendilerine kötü muamele yapılan askerler tanık olarak mahkemeye geldiklerinde, hakkında açılan dava kapanmak zorunda kaldı.
Rosa her yerde, her zaman savaş aleyhtarı gösterilere imza atıyor, konuşmaları büyük bir dikkatle izleniyordu.
Kendisi fark etmese de her cezaevi yaşamı kendisinden bir şeyler alıp götürüyordu aslında; her seferinde gücü biraz daha tükenmiş olarak çıkıyordu dışarı.
Hele birkaç ay önceki son cezaevi çıkışında.
Bu sefer iki yıldan fazla kalmıştı oldukça elverişsiz koşullarda. Ne mide ağrılarına çare bulabilmişti ne de baş ağrılarına. Hem fiziki hem de ruh sağlığı oldukça bozulmuştu. Öyle ki, cezaevi yaşamının son günlerinde ziyaretçi kabulünü bile durdurmuştu.
Arkadaşları 9 Kasım 1918 günü onu karşılarında gördüklerinde Rosa’yı tanımakta zorlanmıştı.
Korkunç derecede yaşlanmış, siyah saçları bembeyaz olmuş, hasta bir kadındı artık.
İşte, çökmüş durumuna aldırmadan yine küçük bir cezaevi bavulu hazırlıyordu kendisine; daha tahliye olalı iki ay olmuştu halbuki. Ne de zorlu geçmişti o iki ay, dinlenmeye bile fırsatı olmamıştı.
***
Önce Liebknecht’i çıkardılar evden, sonra Rosa’yı. Ayrı ayrı arabalarla ikisi de paramiliter takımlarından birinin geçici karargâhı olan ve resmi sorguların da yapıldığı Eden Hotel’e götürüldüler.
Daha yakalandıkları haberini aldıklarında karar verilmişti sonlarına: Beklenmeden infaz.
Görünüşü kurtarmak ve infazı dışarıda yapabilmek için Moabit Cezaevi’ne götürülecekleri söylendi kendilerine. O ana kadar yakalanan liderlerin hepsi oradaydı zaten.
Önce Liebknecht’i çıkardılar otelin ıssız bir sokağa açılan yan kapısından. Kapıdan çıkarken kafası dipçikle ezildi ve uzak bir yere götürülüp kurşuna dizildikten sonra “kaçmaya çalışırken vurulduğu” bildirildi.
Rosa’nın durumu daha kötüydü; otelde iken başlamıştı saldırılar. Saçlarından çekiliyor, yerlerde sürükleniyordu. Yarı baygın halde kapıdan çıkarılırken yedi o da dipçik darbesini. Bindirildiği arabada infaz tamamlanıp cesedi Landwehr kanalına atıldı.
Leo Jogiches, 17 Ocak’ta kısa bir telgraf çekti Lenin’e:
“Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht son devrimci görevlerini yerine getirmişlerdir.”
“Rosa gitti, sımsıkı sarılmalıyız birbirimize” diyordu Clara Zetkin’e.
25 Ocak 1919’da Ocak kapışmasında öldürülen otuz iki yoldasın tabutları getirildi Friedrichsfelde mezarlığına, hepsi de Karl ile birlikte gömüldüler. Karl’ın yanına boş bir tabut bırakıldı. Bu boş tabutun sahibi ancak 31 Mayıs’ta, kanalın havuzlarından birinden çıkarılarak 13 Haziran’da yerine yerleştirildi.
Rosa’nın yerine yerleşmesinden 7 yıl sonra, 13 Haziran 1926’da bu 32 yoldasın son dinlenme yerlerinin anısını yaşatmak için bir anıt dikildi.
Ancak genellikle Komünist önderlerin yattığı bu mezarlık Naziler döneminde yerle bir edildi.
Yeniden inşası için, savaşın bitimi ve Doğu Alman Devleti’nin kuruluşunun beklenmesi gerekecekti.
Gerek Karl gerekse Rosa hep eylem içinde bir ölümün düşünü kurmuşlardı.
Devrimci politikaya adanmış bir yaşamdı onlarınki. Sonları da öyle oldu.
Hele de Rosa’nın yaşamı.
Ölmeden önce, Almanya’da devrimin geçici bir yenilgiye uğratıldığını anlamıştı ama devrim davasının sonunda kazanacağına olan inancı sonsuzdu.
5 Mart 1871’de Paris Komünü’nün dünyayı selamlamaya başladığı günlerde açılan Rosa’nın gözleri, kendince ana eksenini çizdiği gerçek bir Marksist Parti yaratıp, gözlerini nihayet uç vermeye başlayan Alman Devrimi’ne dikmişken kapandı.
O’nu ve düşüncelerini yok ettiğini düşünüp derin bir nefes alan burjuvazi yanıldı.
Ne diyordu Karl ölmeden önce: “Sakın unutmayın zafer olan yenilgiler vardır.”
Bir asırdan fazladır yattığı yerden bağırmaktadır Rosa da onunla birlikte: “Bu yenilgilerden boy verecektir geleceğin zafer çiçekleri de!”
Yorumlar kapatıldı.